29 Kasım 2013 Cuma

Bazen "Seni Seviyorum" Diyemez İnsan

Facebook'ta aşağıdaki yazıyı gördüm geçen gün:


Hemen arkasından da şu yorumu okudum:
"Bu dolaylı anlatımlar bitirecek bizi ;) Seviyorum de kurtul halbuki ;)))"

 İlk okuduğumda yazı da yorum da doğru gibi geldiler. Hangi fikir haklı karar veremedim.

Biraz düşününce, yorumun net olarak amacını belli eden kestirme bir cümle oluşunu sevsem de benim için yazı geçerliydi. Birinin "seni seviyorum" demesindense "hız yapma, dikkatli git.." demesi benim için çok daha anlamlı. "Seni seviyorum" un içi ne kadar doldurulur bilemiyorum, niye bu kadar önemli bir eşiktir bazıları için anlayamadım gitti. Bir yalanın içinde yaşamıyorsanız zaten seviyorsunuzdur yanınızdakileri. Tekrar tekrar sevdiğini söylese ne söylemese ne! İçi bomboş bir palavraya dönüşmüş, öylesine cümle duymaktan ileri gitmez ki!

Birini sevmek demek, gidince arama ihtiyacı hissetmek (aman merak etmesin), hastalanınca çorbasını karıştırmak (yeter ki iyi olsun!), uyurken susar diye başucuna bir bardak su koymak, ortalığa bırakıverdiği ayakkabısını cilalayıp dolaba kaldırmak, ertesi gün işe giderken yemek için hazırladığı sandviçin yanına neşeli bir not koymak ve bu gibi binlerce ayrıntılarla yanındakinin içini ferahlatmak değil de ne!

"Seni seviyorum" demekte zor bir şey yok ki zaten. Benim böyle sıradan laflarla işim hiç olmadı. Hatta buna benzer neler gördüm de illet oldum şu hayatta... Çocuğuna kavgada bile "anne" değil "annecim" demeyi zorlamış bir komşu kadın, sözde saygısından eşi yattıktan sonra makyajını silen bir kız, tanıştırıldığı biri için "iyi işte, evlenilebilir" gibi alelade yorumlar yapıp sonra "aşkım" lafını ağzından düşürmeyen bir adam... "Anne" kesmiyor, "annecim" bir üst rütbe midir? Herkesin birbirine "aşkım" demesi katı kuralına da bir son versek diyorum. Aranızda azıcık yaratıcı hitaplar bulabilirsiniz ey şahane sevgililer. 10 kişilik bir ekipte herkes de birbirine "aşkım" demez ki yahu! Aşkınız kim siz kimsiniz, anlayamıyorum o kalabalıkta! 

Velhasıl "Seni seviyorum" deyip kurtulanlar benden bir adım geri dursun. Dolsun o cümlelerin içleri, yüklemleri titretsin insanı. Beni seversin, ben de seni severim, orasını merak etme. Akşam pofuduk pijamalarla otururken, kilo alınca, hasta ve soluk günlerimde, moralim bozukken, bir depresyon anımda sev beni. Severken de illa "seni seviyorum" demesen de olur. Yeri geldiğinde, bir uyarı, bir silkindirme, bir aklımı başıma toplatan düzeltmedir benim için "seni seviyorum".

11 Ekim 2013 Cuma

'2013' Deyince Aklımıza Hep Gelecek: Alice Munro

Hikaye türü deyince aklımıza adeta sadece Anton Çehov geliyor. Bunun dışında da hep romanın bir küçük kardeşi izlenimi veriyor. Neyseki İsveç Akademisi böyle görmüyor ki, 2013 Nobel Edebiyat Ödülü, Kanadalı Hikaye Yazarı Alice Munro'nun oldu.
Alice Munro'ya da neden roman değil, hikaye yazdığı soruluyormuş, o bile şöyle bir cevap veriyormuş  “Hep deniyorum. Her kitap arasında, tamam işte, artık biraz ciddi işlere eğilmek lazım diye düşünüyorum.”. Oysa büyük bir olayı az sayfada toparlamak ve daha derin mesajlarla kapatmak da bambaşka bir yetenek değil midir? 


Twitter'a da yazdım, iki yıldır çalışmadığım yerden geliyor Nobel'ler.
Ben raflarıma Haruki Murakami'leri dizerken, Alice Munro'yu yazık ki atlamışım.
Oysa üç senedir Nobel için adı anılıyordu. Favori hep Haruki Murakami idi ama adı geçen diğer yazarları da takibe almakta fayda vardı.
Hep kısacık ve basit konulu hikayeler anlatırmış Munro. Kanada'nın ufak yerleşim bölgelerinde geçen hayat hikayelerini seçermiş. Favori konusu ise anne-kız ilişkileriymiş.

Bakın neler söylüyorlar onun için;

Buket Uzuner: "Alice Munro'nun Nobel Edebiyat 2013'ü almasına çok sevindim. Çok beğendiğim has edebiyatçıdır."
Jane Smiley: " Bazı romancıların bir tek kitapta başardığını, o kısa öykülerinde otuz-kırk sayfada başarır."

Munro, geçtiğimiz Haziran'da, 81 yaşındayken kalemini bırakmış ve emekliliğini açıklamış. Sebebi ise iç burkuyor; gittikçe artan unutkanlığı...


8 Ekim 2013 Salı

Bol Fotoğraflı Bir Köln Yazısı - Köln'de 2. Gün

Köln'de ilk günü meydanları gezerek geçirmiştik.
İkinci günü, çok önerilen Ren nehri turu ve Köln Hayvanat Bahçesi gezisiyle tamamladık.

Bugüne kadar Köln, Madrid ve Prag Hayvanat Bahçelerini gezdik. İçlerinde Prag Hayvanat Bahçesi açık ara en başarılısı idi, zaten uluslararası nam salmış, ünlülere ev sahipliği yapmış bir yer. Köln ve Madrid'deki hayvanat bahçeleri de ziyaret edilebilir, ancak mutlaka görülmeli kategorisine koyamayacağım.
Köln Hayvanat Bahçesi - Kölner Zoo - Cologne Zoo
Köln Hayvanat Bahçesi - Kölner Zoo - Cologne Zoo
Köln Hayvanat Bahçesi - Kölner Zoo - Cologne Zoo
Köln Hayvanat Bahçesi - Kölner Zoo - Cologne Zoo
KısaKahveMolası@ Köln Hayvanat Bahçesi - Kölner Zoo - Cologne Zoo
Köln Hayvanat Bahçesi - Kölner Zoo - Cologne Zoo
Köln Hayvanat Bahçesi - Kölner Zoo - Cologne Zoo
Köln Hayvanat Bahçesi - Kölner Zoo - Cologne Zoo
Köln Hayvanat Bahçesi - Kölner Zoo - Cologne Zoo
Köln Hayvanat Bahçesi - Kölner Zoo - Cologne Zoo
Köln Hayvanat Bahçesi - Kölner Zoo - Cologne Zoo
Köln Hayvanat Bahçesi - Kölner Zoo - Cologne Zoo
Köln Hayvanat Bahçesi - Kölner Zoo - Cologne Zoo
Köln Hayvanat Bahçesi - Kölner Zoo - Cologne Zoo
Köln Hayvanat Bahçesi - Kölner Zoo - Cologne Zoo
İstanbul'da belki 10 kere boğaz turu yapmışımdır, yine gitsem yine yaparım, hiç doymam çingene vapurlarına. Yalıların her biri, boğazın incileri gibidir, arada çıkan nahoş binalara canım sıkılsa da, ilerlerken gördüğüm yeni bir yalı beni benden alır. Köln'de tarihi doku maalesef 2.Dünya Savaşı sırasında yok olmuş. Nehir turu ile geçtiğinizde tamamen yeni nesil binaları ve değişik rezidansları görüyorsunuz. Doğrusu bu, pek bana göre bir tur olmadı. Ama modern binalardan hoşlananlar için hoş olabilir.

Köln - Ren Nehri Turu








Üç günlük Köln seyahatimizin son gününde, Münster'e gitmeye karar verdik. Münster'e yaptığımız tren yolculuğu, yol boyu geçtiğimiz güzel manzaralar ve şehrin güzelliği bizi hızla içine çekti. Bir sonraki yazıda çok sevdiğimiz Münster'i yazacağım...

Nehir turu: 16 euro
Hayvanat Bahçesi Giriş = 14 euro
Hayvanat bahçesindeki restoranlarda yemek ortalama 10 euro

7 Ekim 2013 Pazartesi

Tatil Olur, Biz Almanya'ya Gideriz! (Köln-1. gün)

Köln'ü Köln yapan, "Kölner Dom" (Köln Katedrali); bu yepyeni binalardan oluşan şehre tarihten düşmüş koca bir dev olarak tüm heybetiyle tam merkezde duruyor. Günümüz mimarisiyle donatılan Ren nehri kıyıları ve 1950'lerden itibaren yeniden inşaa edilen merkezdeki binalar, tıpkı Türkiye'de alışık olduğumuz bir büyük şehir haline getirmiş Köln'ü. Tabii, bizdeki "Eskidi, yıkalım, cam kaplama bina dikelim" mantığının aksine, 2. Dünya Savaşında şehrin %90'ının harap olmasından dolayı tarih korunamamış.

kısakahvemolası @ Kölner Dom
Köln Katedralinden detaylar

Köln Katedralinin önünden - meşhur sokak ressamları

Köln Katedralinin önünden - meşhur sokak ressamları
Köln Katedralinin önünden - meşhur sokak ressamları
Köln Katedrali - Başka bir açıdan
Biz, güzel bir Köln sabahına, Köln Katedralini gezerek, çevresini inceleyerek, 632 yılda yapılmış bir şehir simgesini kendimizce yorumlayarak başladık. Köln Katedralini gören, ama en turistik noktada olmayacak kadar da ileride bulduğumuz bir kafede, kendi dilimizle karşılandık. Doğma büyüme Kölnlü, sıcak kanlı bir Türk'ten birer sandviç ve tabiiki birer kahve aldık. Orada onunla bayramlaştık -bayramın ilk günüydü-...

Sandviç ve Kahve Keyfi
Güneşin ara sıra kendini gösterebildiği, renklerin capcanlı kalmasını sağlayan gri bulutlar, gezmenize sonuna kadar imkan tanıyan ılık hava; derinde bir yağmur kokusu kahvaltı ettiğimiz yerde sürekli demlenen kahvenin kokusuyla karışadururken; cam kenarında bulduğumuz masada, kafamı sağa çevirdiğimde Köln Katedrali, sola çevirdiğimde ışıklar altında pasparlak, çok zevkli hazırlanmış sandviçler; işte benim en sevdiğim Avrupa tatili sahnelerinden biri!

Öğlenin nispeten ısınmış havası, Köln'ün alışveriş caddeleri olan Hohe StraBe ve Schildergasse'de uzun uzun tur atabilmemize yaradı. Sonrasında ayaklarımızı biraz dinlendirmek için bir pasta ve kahve molasına daha ihtiyacımız oldu.


Meşhur Lego dükkanı



Pasta ve kahve molası
Etrafta dilediğimiz yöne gire çıka, şehri epey keşfettikten sonra sıra akşam yemeğine geldi. "Köln'de Ne Yesek?" diyenlere başka bir yazı gelecek...

4 Ekim 2013 Cuma

Tatil Olur, Biz Almanya'ya Gideriz! (Köln'de Evimiz)

Bu yaz tatilini Köln'de başlattık.
Bu satırı okuyunca, "Aaa! Köln'de de yaz tatili mi olur?" diye düşünenlerden misiniz?
"Topu topu 1 hafta yıllık iznin olduğunu yazıyorsun, onda da Ağustos günü, soğuk Köln'e mi gittin?" diyor musunuz? Bu tip bir kaç yorum aldığımız için, yazıma da bu noktadan giriş yapmak istedim.
Bize göre; tüm şehirler, harita üzerindeki her nokta, hikayesi dinlenilesi, çehresi görülesi, havası koklanılası, dönünce anlatılası, hatta kalıcı olsun diye yazılası, sonuçta da bir fikir sahibi olunulası yerlerdir.
Köln de, Ankara da, isterseniz turistik olur, karakterinize göre sıkıcı, eğer yapabiliyorsanız cennet, zor günlerinizde de adeta felaket bölgesi. Tıpkı hayata bakış açılarımız gibi, şehirler de kişiye göre değişir. Bizim Köln'de üç günümüz vardı ve daha da fazla olsaydı, eminim kalan günler için de yapacak şeyler bulurduk. Size bugünlerde, bu Ağustos ayında yaptığımız Köln seyahatimizde neler yaptığımızı yazıyor olacağım.

Biraz gezme şansı olmuş bir çift olarak, serin şehirleri turlamanın ve keşfetmenin kesinlikle daha konforlu olduğunu düşündüğümüzü de eklemeliyim. Güneşin altında gezmeye çalışıp 1 saatte perişan olmaktansa, paltoyla serin havada gezmek kesinlikle daha iyi.

Gelelim Köln'e. Planımız, Köln'ü merkez alarak Batı Almanya hakkında fikir sahibi olmak, şehri çok seversek 3 günün tamamını orada geçirmek, bize uymazsa da, aklımızda olan Münster, Düsseldorf gibi yakın şehirleri görmekti.

Her zamanki gibi ev tarzı bir konaklama yeri seçtik. Altstadt semtinde "Adagio Köln City" daireleri, Köln'de ideal bir noktada. Yürüyerek çoğu yere ulaşabiliyorsunuz. Metro durağı da, bavullarla yürüyerek bile, 5 dakikalık bir mesafede. Diğerlerinden farklı olarak, bu kez evimizin bir resepsiyonu vardı ama, stili, kullanımı aynıydı. Resepsiyonun olmasının avantajı, eve hangi saatte giriş yaparsak yapalım, ek ücret ödememek oldu. Resepsiyon olmadığında, geç giriş yaptığınız zaman ek ücret ödediğinizi, bu durumu ev sahibinizle konuşmanız gerektiğini daha önce yazmıştım, yine hatırlatayım.

Tek odalı evimizde, yatak odası ve oturma alanı birleşikti.
Bu kısım da, yatağın karşısındaki mini oturma alanı
Hep yazıyorum ama yine yazmadan geçemeyeceğim. Evde kalmak; her zaman o şehirle bağları daha sıkı tutmak, daha samimi hissetmek ve parayı daha kontrollü harcamak için birebir. Seyahatinizin istediğiniz kadarında dışarıda yiyip, istediğiniz kadarında evde kendinize bir şeyler hazırlayabiliyorsunuz.
Köln'deki mutfağımız
Mutfakta yemek yapabilmek için tüm temel ihtiyaçlar bulunuyor.
Köln'de buzdolabımızın içi, Amsterdam'daki evimizin aksine bomboştu.
Bu da evimizin banyosu.

3 Ekim 2013 Perşembe

Oğuz Atay'ın Tutunamayanları ve Recai Hallaç'la Tanışma Dileğim


Oğuz Atay'ın Bilinç Akışı Tekniği


Oğuz Atay, Tutunamayanları "bilinç akışı" denen, karakterin kafasından geçen düşünceyi doğal bir yolla resmen "akıtması" şeklinde bir teknikle yazmış. Kitabı okurken Selim Işık'ın kafasındaki fikirlerle, bir yandan da yaşadıklarıyla aynı anda yoğruluyor gibi oluyorsunuz. Nasıl ki, hepimizin gün içinde beynimizden onlarca fikir geçip duruyorsa, kahramanın beynindeki akışları da resmen kitapta görüyorsunuz. Bu, okuyucu için yorucu bir durum, evet, kahramanın kafasındaki fikirler akıyor ama kitap akmıyor. Akmıyor da, Tutunamayan'ları okuyan neredeyse herkesten duyacağınız gibi bence de, bu kitabı okumaya doyum olmuyor. İşte Oğuz Atay'ın, adını yokluğunda bile hala konuşturan, hala kafaları yormamızı, hala saygı duymamızı sağlayan özelliği de burada, gözümüzün önünde yatıyor.

Ben bir Tutunamayan Olmayayım!


Oğuz Atay
"Ben de bir Tutunamayanım" yazan çoğu Tutunamayanlar romanı okuyucusundan biri değilim -dir inşallah-. Okurken, çoğu sorgulama, umutsuzluk vb. gibi hisleri kendime yakın bulsam da, bu derece olumsuzluğa gömülmüş bir kişi olmayı istemem hiç. Ben, zaman zaman herkes kadar -belki genel ortalamadan biraz daha fazla- tutunamayan biri olsam da, hep bir yerinden tutmaya çabaladım eninde sonunda hayatı. Selim'i de hep elinden tutup çekmek istedim, tıpkı Turgut'un zaman zaman yaptığı gibi, Selim'in hırsını bazılarından almak istedim. Zaten "Ben de bir Tutunamayanım" cümlesini kuran birinin sonu, Selim Işık gibi olmalıdır ki, umarım kimse o duruma gelmesin.

Noktalama İşareti Olmadan 79 Sayfalık Metin Yazmak

Hala Tutunamayanlar'ı bitiremedim. O meşhur noktalama işareti olmayan 79 sayfanın içerisindeyim. Kendime, bu kısmı bir solukta okuyacağıma dair söz versem de yapamadım, böyle bir vakit yaratamadım. Bu kısmı okuyan çoğu okuyucu gibi ben de, habire bir yere nokta, ünlem, soru işareti koymaya çalışıp duruyorum. Ama başarılı olmadığımı net bir şekilde söyleyeyim. Tam "buraya nokta koyayım, burada okumayı keseyim" diye düşünürken, o sırada bilincimin başka bir akışı "yok, bu devam ediyor hala" diyor ve bağlandığını anlayıveriyor kalanına. Bu 79 sayfayı yazan kişiye, 'edebi basamakları tırmanış' kaçar kaçar kısmet olmuştur? Doğrusu ben, bir mucizeye bakar gibi bakıyorum bu metne...

Bir de Bu Romanı Çevirmesi Var ki...

Selim'in iç sıkıntılarını anlayabilmek bile her insanın harcı değil diye düşünürken, çıkıp da birilerinin bu hisleri başka bir dile çevirdiğini düşünmek bana imkansız geliyordu. Derken şiirsel bir bölüm olan Selim'in şarkılarını okudum. Şiirin çevrilmesi bana zaten oldum olası enteresan gelir. Her dilde her sözcüğün karşılığı olmaz, üstelik bir mısrada bin anlam içeren bir şey nasıl çevrilir, vs gibi şeyleri düşünüp dururum. Hadi bu kısım da tamam, bir yolu var belli ki... Peki ya noktalamasız bölüm nasıl çevrilecek? Düşünürken fenalaşmaya başlıyorum...

Derken Recai Hallaç diye bir çevirmenin kitabı bu aralar (2013) çevirmeye başladığını, üstelik de şarkı kısmını Almancalaştırırken, Venedik köprülerinde düşünüp durduğunu buluyorum -tam da hayalimdeki gibi-. 1971 yılında yazılan Tutunamayanlar cümleleri, bugün tek tek, ince ince yeniden dokunuyormuş! "Oğuz Atay ölmemiş, yaşıyormuş" der gibi. İşte haberi de burada, buyrun okuyun: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/22784309.asp

Keşke Recai Hallaç gibi bir çevirmenle kesişse günün birinde yolum. Bir kitap yazmak yerine çevirmeye baş koymak nasıl bir duygudur, bir başkasının cümlelerini başka dile yorumlamak nasıl olur, sorup dursam. Çevirdiği Venedik Köprülerinde onu izleyebilsem. Hele de Orhan Pamuk kitapları ve Tutunamayanlar gibi kült eserleri çeviren biri!
Recai Hallaç
Kısacası Recai Hallaç ile tanışmak istiyorum, belki bir gün bu yazıyı okur...

18 Eylül 2013 Çarşamba

Kahvemin Yanındakiler...

Yazacak çok şey olduğu halde bloguma yeni bir yazı ekleyemedim bir kaç aydır. Ne zamandır, blogumun başına oturduğumda, son yaşadıklarımı, seyahatlerimi ve yazmak istediğim dolu konuyu, nereden başlayıp, nasıl yazsam bilemiyorum. Bu yüzden çoğunlukla yazmadan kalkıyorum bilgisayarın başından. Sonunda, bir yerden başlayayım gerisi gelir, diye düşünerek bu yazıyı yazıyorum.

Şu sıralar, hayatta tam anlamıyla; yediğim, içtiğim, okuduğum, yazdığım, gezdiğim ve sevdiğim kadar var olduğumu düşünüyorum. Bu fikir belki çok sıradan gelebilir ama yaşama yedirmek, iyi algılamak gerçekten zor. Bu fikirden yola çıkıp son zamanlarda okuduğum dört kitabı paylaşıyorum. Bu ağır okuma halimden memnun değilim maalesef. Bloglarına, haftada bir bitirdiği kitapları koyan arkadaşları tebrik ediyorum. Ben bazen uzun aralar veriyorum, bazen bir cümleye dalıp gidiyorum veya çok irdeliyorum galiba. Ama son zamanlarda, gittiğim bir yazma kursu sayesinde, okuma hızımdan değilse de, okuduğumu çok daha farklı algılıyor olmamdan memnunum en azından.


Kış Günlüğü - Paul Auster : Paul Auster'ın kendi hayatından kesitleri anlattığı, sürükleyici bir kitap. Okurken, New York'un adeta kokusunu duyuyorsunuz. Auster, ailevi iç meselelerini irdeledikçe, belki sizin de kendi hayatınızı sorgulayacağınız bir günlük. 197 sayfa / Can Yayınları / Çeviri:Seçkin Selvi

Tatar Çölü - Yazar Mehmet Eroğlu'nun tavsiyesiyle okumuştum. Hayal ettiklerinize bir türlü adım atamıyorsanız, Dino Buzatti'nin Tatar Çölü'nde anlattıklarına kulak verin. Benim kadar ertelediğiniz hayalleriniz varsa, uzun süre bu romanın etkisinden çıkamayacaksınız, şimdiden söyleyeyim. 232 Sayfa / İletişim Yayınları / Çeviri: Hülya Tufan

Benim Hüzünlü Orospularım - Gabriel Garcia Marquez : Bu romanın, Kavabata'nın "Uykuda Sevilen Kızlar" kitabının bir taklidi olduğunu duysam da, henüz sadece Marquez'i okuduğumdan bir yorum yapamıyorum. Fakat aynı konuyu ele alan iki yazarın da Nobel ödülü almış olması, bu yoldan gidebilecek üçüncü bir yazarın olup olmadığını düşünmeme yol açıyor. Bir saat içinde bitirebileceğiniz, ilginç bir hikaye. 94 sayfa / Can Yayınları / Çeviri: İnci Kut

Tutunamayanlar - Oğuz Atay: Bu yılın başından beri, Tutunamayanlar'la resmen 'cebelleştiğimi' itiraf etmeliyim. Selim Işık, içimi yakan, maalesef anlayabildiğim -onu anlamayı istemezdim-, hala 400. sayfada olduğum için keşfetmeye devam ettiğim ve sanırım benimle hep yaşamaya devam edecek bir roman karakteri. Selim'in izini süren Turgut, ilerleyen sayfalarda benimle de buluşsa hiç şaşırmayacağım. Roman bir kült, bugüne kadar inanılmaz harika yorumlar yapılmış. Kitaptan yorumlara, yorumlardan kitaba geçişler yapmaya, bir çok cümle sonrası düşüncelere dalmaya, yeniden bir kaç sayfa öncesine dönmeye, okudukça iyice "tutunamamaktan" korkmaya, bazı hikayelerle iç sızısı hissetmeye, Selim'in gerçekte hiç olmamış olmasını istemeye ama sonra kesinlikle var olduğunu bilmeye alıştım. Tutunamayanlar, aylardır gittiğim her şehirde bana yapışık, -bu yüzden mi acaba?- bir tarafımı hiç tutundurmayan, bazı sayfalarda başımın belası, bazı sayfalarda canımın içi, bazı sayfalarda safi sıkkınlık ve bunalmışlık veren, çok ama çok tuhaf bir roman. Bitirince tekrar yazacağım sanırım. Ne zaman bitirebileceğim bakalım... 724 sayfa / İletişim Yayınları