15 Ocak 2013 Salı

İşte Bu Şarkılara Taktık...

"Cafe de Flore" filmini izlediğimizden beri, repliklerden ve müziklerden dem vurup filme geri dönüyoruz. Uzun zamandır bu kadar etkilenmemiştim bir filmden. Bir kaç replik ve bir kaç film müziği eklemek istiyorum buraya bugün, çünkü bunlarla yaşıyorum bu ara...


Bazen insan yazamıyor. Öyle güzel yazılmış kitap cümleleri, büyük büyük sözler, şarkılar, şiirler, replikler ve notalar var ki, üzerine ekleme yapmadan devam etmek lazım geliyor.

Antoine ve psikologunun konuşmasından, (Baş karakter Antoine bir DJ.) altta, sahnedeki konuşmaları kendimce çevirdim, umarım bir hata yoktur...

                                                           -o-
Antoine: Diğer taraftan, hayatında bazı şarkılar yok mu, seni yükselten, yaşatan, aşık eden...
Psikolog: Bana bunların adını vermelisin...
(Gülüşürler)
Antoine: Bir başyapıt olsaydı. Ama hayır. Hoş küçük bir ezgi.
Neredeyse banal, ama insanda durdurucu bir etki yapıyor.
(Şarkıyı dinlerken) Dur, etrafına bir bak ve anı yakala!
Bu (şarkı) senin hayatını, her zaman olması gerektiği şekilde görmeni sağlar.
Biliyor musun? Tüm yabancılar, hepsi, bu şarkıyı dinlediğimdeki neşemi anlamış gibi bana gülümsedi
Müzik sayesinde, yaşamı olması gerektiği gibi görüyordum o an.
Psikolog: Gülümsediler, çünkü sen onlara gülümsedin...
(Gülüşürler)
Antoine: Tüm sihri boz!
Ben gülümsemedim. Yani tamam, gülümsüyordum, çünkü ne hissettiğimi düşünüyordum, deneyimlerimi, müziğin benim hayatıma getirdiklerini...
                   -o-



Ben de tüm gün bu ritme uyup hızlı hızlı çalışıyorum. Evet bir başyapıt değil, klasik değil ama beynimin içinde çalıp duran ve yer yer hızlandırıp aniden de beni durduran bir şarkı. O yüzden Antoine'ın yukarıdaki diyalogu çok hoşuma gitti. Filmi izlemeden de sever misiniz şarkıları bilmiyorum. Filmde derinlikler var, konular kat kat birbirinin üzerine yığılıyor ve her izleyen başka noktalara takılabilir. Ama sanırım izleyen çoğu kişi müziklere de takılıp kalacak.

Bu da filmin diğer bir sevdiğim sahnesinden... Antoine, karısı ve iki kızıyla, hayatı değişmeden önce, arabada eğlenirken. Önce filmden bir sahne, sonra şarkının klibi.






13 Ocak 2013 Pazar

Barcelona'da Gözümüzün Önünde "Vicky Cristina Barcelona"

Barcelona'da Ağustos'un kör sıcağında, Las Ramblas'da turist turist dolaşmaktan sıkılırsınız. Buraya çok kısa göz atıp, belki bir kaç hatıra satın alıp asıl görülmesi gereken yerlere geçmelisiniz. Bizim en çok keyif aldığımız yerlerden biri Mercat del Born ve civarıydı.

Binaların arasından Mercat del Born
Mercat del Born, Avrupa'nın "demir mimarisi" ile, İspanya'nın kendine has "cam mimarisi"ni birleştiren çok hoş bir bina. Mimar Josep Fontsere'in projesinin yapımına 1874'te başlanmış, 2 yıl içerisinde tamamlanmış ve 1971'den beri de şehrin en büyük ve tarih kokan pazarı burası. Hemen karşısında çok güzel kafeler var. Havanın yeni yeni serinlemeye başladığı bir Barcelona gecesinde, lezzetli tapaslar, güzel bir sangria, çevrede dolaşan şık insanlar ve Mercat del Born'un ortamı ısıtan mimarisi tüm tabloyu tamamlıyor.

Biz Mercat del Born'un en yakınındaki kafe olan La Taverna Del Born'u tercih ettik. 1 Litre sangria (meyvelerle karıştırılmış şarap) ve bir kaç da tapas (İspanyol mezesi) seçtikten sonra günün yorgunu ayaklarımızı, uzun uzun dinlenmeye çektik. Gerçekten hepsi güzeldi, burada dinlenmeyi seçmek isabetli olmuştu.
La Taverna del Born'dan tapaslarımız
La Taverna del Born'da tapas seçiyoruz...
La Taverna del Born'dan patatas bravas ve sangria
La Taverna del Born'dan tapaslarımız
Önümüzde Amerikalı olduğu her halinden belli bir kadın, elinde emanet gibi duran bir Cervantes okuyordu. Okumaya dalamadığını, kitabın üzerinden çıkıp duran, sürekli çevreyi süzen bakışlarından kolayca anlıyorduk. Barcelona Barcelona filminden etkilenip buralara gelen kimbilir kaçıncı Amerikalı turistti. Uzun süredir burada elinde kitabıyla oturuyor olmalıydı, garsonu daha fazla kızdırmamak için, ara sıra bir kaç küçük sipariş veriyordu. Acaba gözleri birini mi arıyordu? Onu izlemek bir filme dönüşünce, tahminlerimizle gülüp durdukça, burası bize bir sangriaya daha patladı!

Sahne 1 - Yeşil tişörtlü Amerikalı kadın, henüz yalnızken...
Neyseki bu sangriayı alıp filmin sonunu beklemek elimiz boş dönmememizi sağlamıştı! Yaşasın içgüdülerim, bu kadının enteresan olduğunu daha oturur oturmaz anlamıştım! Sonunda, köşede bekleyen, kafenin sahibinin arkadaşı -gibi bir şey- olduğunu düşündüğümüz adam, sangriaları arka arkaya yuvarladıktan sonra, kitabın üzerinde yapayalnız gezinen gözleri yakaladı ve elinde yeni kadeh, kendine güvenen adımlarla ilerledi.

"Cervantes ha? Barcelona'ya hoş geldin" tarzı bir cümleyle muhabbeti açtı.

Sahne 2 - İşte Juan Antonio da geldi...
Amerikalı kızın yüzünde ise sıcacık bir gülümseme peydahlandı. Adam 10-15 dakika böyle ayakta durdu ve İspanyol edebiyatı havada uçuştu. Peki ya Amerikan edebiyatı? Muhabbetin uzayacağı belli olunca adam, yan masadan bir sandalye çevirip "Oturabilir miyim?" diye sordu. Kız zevkten dört köşe, adamın sandalye için arkasını dönmesinden bulduğu fırsatta, sapsarı saçlarını sola yatırıp kabartmaya çalışırken yakalanıverdi, "Elbette" dedi yaydıra yaydıra.

Biz kıkır kıkır izlediğimiz ufak oyunun ve başarılı oyuncuların tadını çıkarırken, Woody Allen'ın, filmin konusunu çok düşünmediğini, şu şehrin sokaklarında biraz gezinip bir kaç kafede oturunca direk senaryoyu çıkardığını anladık. Marifet Woody Allen'da değil, Barcelona'nın sıcak havasında, kıpır kıpır insanında, keyifli sangriasında, lezzetli tapaslarındaydı. Yok yok, marifet bunu gören Woody Allen'ın gözlerinde, yazan parmaklarında, süzen yüreğindeydi. Arada kaldık.

28.sn'de başlayan sahne, işte bizim sahne!

Film bizim için burada sona erdi, yorgunduk eve dönmek istedik. Kimbilir film nerede devam edecekti, belki kahramanlarla tekrar karşılaşırdık, bizim için bu kadarı yeter deyip hesabı istedik. Ödedik, masadan kalktık. Köşeye kadar yürüyüp diğer sokağa geçecekken arkamı dönüp tekrar baktım, o da ne, bizim Cristina'yla Juan Antonio da kalkmıştı, diğer tarafa doğru oldukça samimi yürüyorlardı. Kız üşür gibi oldu, adam fırsatı kaçırmadan sarıldı. Biz şarkıya başladık; "porque tanto perderse tanto buscarse sin encontrarse..."

4 Ocak 2013 Cuma

Hoşçakal Deme Vakti...

En son, bir yaz günüydü, evde sadece ikimiz vardık, kahve yaptım, sohbet ede ede içtik. Ben anlattım, hatta çok anlattım, o dinledi, bana hak verdi, her şeyi ve herkesi konuşup durduk. O bana hak verdikçe coştum, anlattıkça anlattım, kimlere sinir oluyorum, neleri saçma buluyorum... Aramızda iki nesil olsa da bir çok konuda hemfikirdik o gün. Arada televizyon izledik,  Cumartesi magazininin insanları da girdi sohbetimize. Eskiden yoktu öyle şeyler. Tıpkı günlük hayatta tanıdığımız bazı insanların ilk günkü hallerini aratması gibi, televizyon dünyasının insanları da iki nesil aradan sonra laçkalaşmıştı.

Ağır ağır yemek yediğim ve yerken sürekli bir şeyler anlattığım için, en sonunda sofrada yalnız kalırım hep. Herkes bu huyumdan sıkılsa da, keyifle yemek yememe bayılan biri var. Herkes kalksa da beni sofrada saatlerce yalnız bırakmayan, yaz günü, aşırı sıcak havada bile "Kızım üstüne bi hırka giy" diyen, her bulduğum güzel kolonyada "Bunu alayım, kesin bayılır" diye düşündüğüm, okuldayken sınavlarımda, çalışırken işlerimde kolaylık için sürekli duası arkamda, bayramda seyranda, en azından telefon etmemi mutlaka bekleyen biri. Her zaman kimseyi atlamadan selam söyleyecek ve benim de atlamadan iletmemi bekleyecek. Misafire salondaki bardaklardan, altında nakışlı tabağıyla su vermemi söyleyecek, ve kolonya ve çikolata ikram ettirecek. Zaten misafire hep özeneceksin, sofraların dolu dolu olacak, beş kişiye yirmi kişilik yemek yapacaksın. İyi piyaz bol yumurtalı, lezzetli yemek bol etli olacak. Kolaysa, dün pişen yemeği bugün yemeyecek kadar yapacaksın, hele misafire asla ikram etmeyeceksin. Elbiselerin altına ince çorap giymediğimde kızacak. Ne renk giydiysen boynunda ona uygun bir fuların olacak ve de tenine mutlaka bir altın değecek. O terlik yerde ters durmayacak ve geceleri tırnak kesmeyeceksin.  Eve varınca telefonunu çaldıracaksın. Onu göremesem de, dediklerini yapamasam da, bunlar hep benimle kalacak. Çünkü insanlar gitse de alışkanlıklar terketmez geride kalanı.

Ama evine gittiğimde nevresimler mis gibi, pijamalarım tertemiz ve ütülü olmayacak. Benim havlum her zamanki yerinde durmayacak. Bu sene hiç yiyemediğim gibi, bol malzemeli aşuresi kaynamayacak. "Sende nazar var, otur önüme, bir okuyayım seni" deyip yumuşacık elleriyle saçımı seve seve kimse beni uyuklatmayacak. Bayıldığım yemeği, "kabuni" 'yi seven, dünya üzerindeki son dört kişiden biri eksildi. Siyah beyaz fotoğrafların güzel kadını, eminim şu an eski formuna geri döndü. Dün akşam, kesin, kirpikleri kıvırıp, saçları bigudiyle sardıktan sonra, 40 yıllık hasretini noktaladı, pek severek anlattığı kocacığı, Vedatcığının kollarına atladı. Kimbilir, belki nikahından hemen sonra bindiği takside unuttuğu, önünde gözlerini saklayacak bir tülü olan, Beyoğlulu meşhur ustanın yaptığı şapkasını da bulmuştur!

Anneannem hiç yerinden kalkamayan, ne zaman arasam bulabileceğim tek insandı galiba, işte ben onu kaybettim. 2013'ten 2 gün aldı, sonra dünyayla vedalaştı. Son defa, ama sonsuza kadar; Hoşçakal Anneanne!