25 Ağustos 2011 Perşembe

Bomboş anılar, Milyonlarca fotoğraflar...

Siyah-beyaz fotoğrafların eski, düzeyli pozlar vermiş insanlarını sevdiğim kadar, 1970'li yıllarda yeni yeni renklenmeye başlamış fotoğraflardaki samimi pozları da çok seviyorum. Ne zamanki fotoğraflar baskı olmaktan çıktı ve her ama her anın fotoğrafı çekilmeye başlandı, o zamandan beri bir fotoğrafa uzun uzun baktığımı hatırlamıyorum. Oysa öyle olurdu, elime bir fotoğrafı alıp insanların ifadelerine, giyimlerine, tiplerine bakıp onların karakterlerini, o anki düşüncelerini veya o anın hissiyatını çözmeye çalışmayı severdim. Eskiden doğduğumuz güne ait 2-3 fotoğraf varsa eğer, bunlar gerçekten kıymetliydi. Şimdi her çocuğun doğum hikayesi yapılıyor, doğuma fotoğrafçı bile giriyor ama bakalım yeni nesile bunca fotoğraf ne ifade edecek? İleride "Annem bana 8aylık hamileyken, babam karnına başını dayamış halde fotoğrafım var" diyen bir çocuğa, zannederim diğer 10000 çocuk "Benim de! Benim de!" diye bağıracak...
Siyah-Beyaz fotoğrafların çekildiği dönemde, insanların en şık kıyafetiyle fotoğraf stüdyolarına gittikleri o dönemleri yaşamak isterdim. Bir fotoğraf çektirmek için bile özen gösteren insanların hayatları eminim şimdi insanların kendilerine bile değer vermeyi bilmediği bugünlerden çok daha güzeldi, hissiyatlar çok daha sağlamdı, insanlar çok daha insancıldı, doğaldı...

Yukarıdaki eski fotoda: Nazım Hikmet ve Bedri Rahmi Eyüboğlu Paris'te..

23 Ağustos 2011 Salı

Ankara'da Ne Yenir? - İyi Kebapçılar

Hemen hemen hepimiz kebap severiz. Ankara'da ise iyi kebap yemek zordur. Tabii biraz gelişkin damak tadınız varsa. Size Ankara'dan bir kaç kebap lokantasıyla ilgili fikirlerimi yazıyorum.

1.) Washington Restoran - Ankara Kalesi *****
Burada "Kale Spesiyal Kebap" benim favorim. Eti gerçekten lokum gibi pişiriyorlar. Dışarda et yiyorsam evde yapamadığım bir marine usulleri olmalı, piştiği fırın, ortaya evdekinden daha profesyonel tadlar çıkarmalı. Kale Spesiyal Kebap bence böyle. Mekan zaten gerçekten hoş. Kalenin ara mahallelerinden yukarı çıkıp, şalvarlı çocukların oyunlarının içinden geçe geçe restorana varacak, bahçede otururken tüm Ankara manzarasını izleyebileceksiniz. Güneş batarken bu yazdıklarıma doyum olmaz, Ankara'da boğaz yok diye başkentin güzelliğini görmezden gelenler buraya bir gelsin derim. Fiyatlara da buyurun burdan bakın: http://www.washingtonrestaurant.com.tr/tr_kale_et.htm#top

2.) Meşhur Tavacı Recep Usta ***
Burada ikram gerçekten çok fazla, oturur oturmaz içli köfte, salata gibi şeyler hemen önünüze geliyor ama oturduğunuzda bunlara para vermeyeceğinizi kimse söylemiyor dolayısıyla ilk gidişinizde içiniz rahat yiyemiyorsunuz bunları. Bakır kaplarda önünüze bırakacakları ayranlar ise ücretli!  Kaburga dolmasını öneriyorum, lime lime olan yumuşacık bir et her yemekte de mevcut. Ancak herhangi bir menü vermiyorlar, neye ne kadar para vereceğinizi sürpriz bir şekilde öğreniyorsunuz. Nispeten pahalı bir yer, son anda gördüğünüz fiyat sinirinizi de bozabilir. Hatta bitiremediğiniz porsiyonların ardından gelen fiyata bakıp "Keşke 3kişi 1porsiyon alsaydık" dememeniz mümkün değil.

3.) Efsane... Prof... Sadık Usta ****
Adı tam yukarıdaki gibi, tabelasında ne yazıyorsa öyle :) Bağlar Caddesinde son derece salaş bir mekan. Küçüklüğünüzden hatırlayacağınız hasır taburelerde oturup yiyeceğiniz kebapları hemen Ankara'da yiyeceğiniz diğer adana kebaplardan ayıracaksınız. Et bir farklı, tad bir farklı, "bu adam bu işi farklı yapıyor" diyebilirsiniz. Benim için her şey başta şahane idi, 2.lokmamda içinde bolca kuyruk yağı olduğunu duyduğumda ise yemeye devam edemedim. Et harika, kuyruk yağıyla ilgili yorumumsa kişisel. Siz de benim gibi kuyruk yağı yemeyi aklınızdan geçiremiyorsanız tabii gitmeyin. Ama bilenler, Adana kebabın lezzetinin ordan geldiğini söylüyor. Fiyatlara gelince, mekanın salaş görüntüsü sizi aldatmasın. Buraya yakın zamanda gitmediğim için net fiyatı şimdilik yazamayacağım.

Yazacak çok şey var demiştim...

Bu bloga böyle başlamıştım. Hala söylemek istediklerimin yüzde birini yazamadım. Ama en azından bugün kafamda ne varsa, tane tane yazacağım. Her biri birbirinden bağımsız, kafamı meşgul eden şeyler aşağıya dizilsin bakalım :)


1.) Taptaze umutlarla yaşayabilmek güzel.
Bu haftasonu aileye bir bebek katıldı. İnsan ne olursa olsun bebeği kucağına alınca, ona ait yeni umutlar besliyor. Bugüne kadar bizim yapamadıklarımızı yapacakmış gibi, bizim sahip olamadıklarımıza olacakmış gibi, bizim bilemediklerimizi bilecekmiş gibi hissediyorsun. Aslında öyle olmayabilir, hatta çocuk yetiştirmek öyle zorki, onu elimize aldığımız ilk gün belki de en kolay gün şimdilik. Yaşı ilerledikçe ihtiyaçları da ilerleyecek. Kimbilir başına neler gelecek, hangi dönemeçlerden dönecek. Şimdilik umutlu olmak yine de güzel. Onu kucağıma aldım ve en iyi şeyleri yaşamasını onun için diledim. Bu küçük bebek, hakkında hiç bir şey bilmeden geldiği dünyamıza, kendi dünyasından bize çok ferah duygular getirdi.


2.) Yolculuk yapmak, zihnen de yeni yollara sapmak için yol ayrımı gibi.
Cuma günü Fransa'ya gidiyoruz. Bu yolculuğu, daha sonra size ayrıntılarıyla anlatacağım blogumda. Şimdi sürekli yeni rotalar bulmaya çalışıyorum. Gidecek bir sürü yer ve yenecek bir sürü yemek var. Kafamda inanılmaz bulduğum planlarım var. Şu an kafamın içi, günlük hayatın verdiği, belki anlatsam gereksiz bulacağınız, daraltan düşüncelerle de dolu. Bu tatil bizi yenileyecek, döndüğümüzde bazı sıkıntıları toptan atmış olacağız içimizden umarım. Hatta yerlerine yepyeni fikirler koyacağız belki. Jean Paul Sartre'dan Simone de Beauvoir'a, Attila İlhan'dan Nedim Gürsel'e, Komet'ten Balsac'a herkesi etkilemiş bu şehir. Beni de elim boş döndürmeyecektir eminim.


3.) Bomboş anlar sunan köşe yazarları yerlerini de boşaltsa dünyamız değişirdi!
Belki günlük hayatlarında çok iyi insanlar, çok başarılı olacakları başka mecralar da olabilir ama kesinlikle bize yepyeni ufuklar açamayacak, fikir vermeyen, bir şey öğretmeyen insanlar o köşelerde durmasın. İnanın sokakta o yazıyı yazacak on binler mevcut. Şimdi ben yazarları yazdıkları konulara göre de ayırmıyorum. Mesela magazin yazarı kesinlikle olmalı, ünlülerin hayatını takip edebilmek bir trend. Bunu enteresan bir dille yazan birileri mutlaka olmalı. 


Cengiz Semercioğlu mesela. Magazinsel bir olay bulur, onu bir yönüyle ele alır, eleştirir ya da yanında durur, siz de eğlenceli bir yazı okursunuz ve ona katılıp katılmadığınızı düşünürsünüz. 


Ayşe Arman bana göre tam bir harika. Saçma sapan fikirli dümdüz hayatlar yaşayan herkes onu hem okur, hem aşırı eğlenir, hem söylediklerini uygulamaya çalışır, hem de bunu kendine itiraf edemez, neden bilmem. 


Ertuğrul Özkök'ün tahammüllü gazeteciliğini de severim, bir sürü konuda enteresan yaklaşımları olan bir adamdır, keşke hiç jüri üyesi olmasaydı ve kafamızdaki yerini oynatmasaydı. Gazeteciler biraz da hayal kahramanıyken güzel galiba. 


 Doğan Hızlan tam bir usta, keyifli deneme tarzı yazılarında sakin olduğunu, bilgin olduğunu hissettiğim cümleleri, kimseye dokundurmayan ve tüm bunlarla beraber her an yepyeni her an harika önerileri olan, okumaktan büyük keyif aldığım bir usta hem de. 


Hıncal Uluç, okumaktan yazı dilinden dolayı keyif aldığım ama maalesef övdüğü her şeyde farklı türlü amaçları olduğunu gördüğümden dolayı da inanmadığım bir yazar. Hıncal Uluç gereksiz açıklamalar yapıp duran, saçma hayatlar yaşayan mankenleri çok övebilir, gider arada hiç hak etmeyen birini de yerin dibine acımasızca sokabilir. Bir mekanı över -orada ona iltifatlar yağdırıldığını düşünebilirsiniz- siz o mekanda başarılı tek bir şey göremezsiniz. 


Yılmaz Özdil'in ne kadar zeki olduğundan, her gün ortaya resmen bir sanat eseri çıkardığından, hemen hemen herkesin onu sıkılmadan okuyabileceğinden bahsetmeme bile gerek yok sanırım. Yazıları ufak çapta tez çalışması gibidir, rakamları, olayları, kişileri ayıklar, bulur, gruplar çıkarır. Bazı yazıları ise, sinirinden çok abarttığını düşünmeden edemem.


Nil Karaibrahimgil müthiş başarılı şarkı sözleri de yazan bir sözcük avcısı, cümle sihirbazı. Yazdığı her şeyi okurken duyargaları sonuna kadar açmalı. Haftada bir yazıyor, hem de kısacık yazıyor ama dopdolu. Belki vakit bulamıyor, belki köşe yazarlığını hobi gibi görmek istiyor. O yazdığı neyse, bir hafta boyunca etkisini sürdürebiliyor.


Ayşe Özyılmazel sabah gazetesinde kocaman bir alana sahip. Yüzlerce yetenekli gençten onu sıyıran ve o alana taşıyan özelliği nedir sizce? Lütfen düzenli okuyun onu, bizlere ne anlatmak istediğini anlamaya çalışın. Bize ne kattığını sormuyorum, bize hiç bir şey katmak zorunda değil, ne anlatıyor Ayşe Özyılmazel? Hangi konular üzerine yazan bir köşe yazarıdır? Türkçeyi ne şekilde kullanmaya çalışır? Bu işi mükemmel kıvıracak gençler gazetelere gidip kendilerine iş isteyemezken, küçümsenirken, fırsat bulamazken onu buralara getiren nedir? Bu soruların cevaplarını aradığım için yazılarını inceliyorum ve bu matematik problemini çözmeye çalışıyorum.


Yonca Tokbaş da incelediğim köşe yazarlarından biri. Kuşların cikcikleyişi, arıların vızıldayışı, cırcır böceklerinin cırlayışı, değişmeyen hep sabit konusu olan "Dün kaç km koştum?" yazıları... Bir gündemi sarsan habere sinirlenir, "Ay çok fena, çok fena, Dubai'den kalkıp gelicem sinirimden" yazar, Twitter'dan sürekli başına ne gelse yazar. Sonuçta üzerinizde hiç bir etki bırakmaz. Bazen de tam bir şeyin ucundan tuttu galiba dersiniz, o ipi hızla bırakır. Amy Winehouse için en içsel yazıyı yazan Yonca Tokbaş'tı Türk yazarlar arasından. İşte böyle, arada bir şeyleri içten yapar, görürsünüz ve hissedersiniz ama bu gerçekten çok nadirdir. Yine de her gün gözünüzün önünde olmaktan sakınmaz.


4.) Deniz Berdan Blog:
Blog harika, hele benim gibi yeni bir Blogger'sanız inceleyip bir sürü yeni fikir edinebilirsiniz. Deniz Berdan çok güzel bir bayan, hayatı kafasına göre, özgürce yaşayabilen biri. Üstelik yaşadıklarının çoğunu çekinmeden, gerilmeden, cesurca gözler önüne serebiliyor. Benim merak ettiğim; ülke ortalamasının istatistiksel olarak çok uzağında duran Deniz Hanım Türkiye'de ne tip zorluklar yaşıyor? Mavi saçlı, çıfıt çarşısı gibi giyinen kızına İstanbul gibi kozmopolit bir şehirde yaşıyor olsa da, ne gibi tepkiler geliyor? Bir gün bunu yazsa çok enteresan olurdu.  

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Indigo Pearl - Phuket'te Bir Hayal Otel

Havaalanından indiğinizde 5dakikada varacağınız, merkeze ise yaklaşık 45 dakika uzaklıkta bir otel. Otele varır varmaz, cennetin Asyalı hurileri, ellerinde değişik renkli, ferah, buz gibi bir içecek ve buz gibi havlularla karşılayacak sizi. Eğer THY ile direk İstanbul'dan Bangkok'a (9saat), Bangkok Suvarnabhumi Havaalanından da (burada da 1saat beklediğinizi varsayalım) direk Phuket'e (1 saat de bu tutuyor) uçarak geldiyseniz o içecek ve havlular, otelin egzotik lobisi, her yerde yüzen nilüferler, hemen Indigo Pearl'ü seçmekle ne kadar doğru bir karar verdiğinizi kanıtlayacak. Balayı çiftiyseniz, gitmeden önce en ucuz odayı ayırtabilirsiniz! Otele varır varmaz gösterdiğiniz evlilik cüzdanınız sayesinde, merak etmeyin, boştaki en iyi oda neyse sizi oraya yerleştireceklerdir.

Budist Tayland halkının misafirperverliği, hoşgörüsü, güleryüzü bu otelde de maksimum seviyede mevcut. Tayland'ın bir çok yerinde karşılaşacağınız önemli sorunlardan biri, halkın İngilizcesinin yetersiz oluşudur, ancak Indigo Pearl bunu en az hissedeceğiniz yerler arasında denilebilir.

Phuket tatilinde deniz ürünlerine, doğanın güzelliğine doyacağınız kesin. Romantik ve eğlenceli bir tatil için hiç düşünmeyin, başka bir yerle kıyaslamayın bile, hemen biletlerinizi alın. Yalnızca deniz-kum-güneş üçlüsünü arıyorsanız asla Phuket'i tercih etmeyin, bu amaçla Antalya, Fethiye, Bodrum sizin için ideal olabilir. Ülkemizin sahilleri gerçekten bir çok yerdeki sahillerden zaten güzeller. Phuket ilginizi çekiyorsa, enteresan bir kültür, ucuza egzotik tatlar, deniz ürünleri ve uçsuz bucaksız gece eğlencelerini seviyor olmalısınız. "Ben deniz ürünü sevmem, değişik tatları deneyemem, kültürleri ilgimi çekmiyor diyorsanız" Phuket sizin için tam bir kabus olacaktır.

Adada yaramaz maymunlarla eğlenebilirsiniz, değişik mimarileriyle Budist tapınaklarını ve bu dini yaşayan insanları inceleyebilirsiniz, her tarafta ilginizi çekecek Asya kültürüne ait ürünler satan dükkanları bulabilirsiniz. Türkiye'ye göre oldukça ucuz olduğu için de her şeyi dilediğinizce yapabilirsiniz.


Akşam döndüğünüz otel Indigo Pearl ise, odanız siz gelene kadar yasemin kokularına bürünmüştür bile, girdiğinizde serin odanızın mis gibi kokusunu içinize çekerken muhteşem hissedeceksiniz. Otelin özellikle dikkatinizi çekecek mimarisi odalarınızda da uygulanmış, hiç bir yer tam 4 duvardan oluşmuyor. Merak etmeyin, hiç bir yerden de görünmüyorsunuz. Yere kadar camla kaplı odanızda, uyandığınızda direk ağaçlarla kaplı bir manzarayı görüyorsunuz. Sabah kahvaltısına giderken oldukça büyük otelde kaybolmamak için haritanızı yanınıza almayı unutmayın:) Taze sıkılmış guava suyu içerken, değişik Tayland kahvaltılıklarının tadına varın uzun uzun. Her gün şehir merkezine inip, otelin havuzlarını keşfetmeden sakın geri dönmeyin. Yoksa hayatınızın en ilginç havuzlarını kaçırmış olacaksınız. Otelin ortasında ağaçlar arasındaki büyük havuz mutlaka ilginizi çekecektir. Odanız bakmıyorsa atlayabileceğiniz bir havuz daha mevcut. İnternette (nerede yazdığını unuttum) otelde "yılan derisi havuzu" bulunduğu ve otelde kalmayanların dahi görmesi gerektiğini okumuştum. Ancak görevlilere bunu asla açıklayamadım çünkü onlar bu havuza "yılan derisi havuzu" filan demiyorlar. Son akşamüstü tesadüfen bulduğumuz bu havuzun içi, minicik seramiklerle kaplı olduğundan dolayı internetteki yoruma neden olduğunu düşündük. Havuz inanılmaz dinlendirici ve alışık olmadığımız şekilde yere gömülü değil, yukarıya doğru çıkıntılı. İçine girdiğinizde emin olun çıkmakta zorlanacaksınız ve tüm hücreleriniz tek tek dinlenecek...



İlginizi çekerse, Indigo'da geçen böyle bir günden sonra, akşam neler yapabileceğinizi de yazacağım. Phuket'e gidiyorsanız her gün yapılacak onlarca şey mevcut...

16 Ağustos 2011 Salı

Ankara'da Ne Yesek? - 2

NUM NUM - Gordion



Çayyolu'nda güzel bir yemek, ferah bir mekan istiyorsanız Gordion'daki Num Num'a gitmelisiniz. Pizzaları ince hamurlu, bol malzemeli. Ben özellikle kullandıkları hoş balzamik sirkeli sosla yaptıkları salatalara bayılıyorum özellikle Izgara Bonfile& Küflü Peynir favorim. Kırmızı şarapla da gayet güzel gider.
Lazanya, her türlü hamburger ve sandviçleri de her zaman korkusuzca tercih edebileceğiniz seçenekler arasında. Başlangıçlar özellikle keyif verici. Ortamın ferahlığı, yerlerin ahşap görünümü, yazlık bir bölgede yemek yediğinizi hissettirecek. Porsiyonlar oldukça büyük, Num num'dan karnınızı doyurmadan kalkmak yok :)
 Ankara'da yaşıyorsanız lezzetli yemeğin izini sürmek hakikaten zordur. Fast food'un fazlasıyla prim yaptığı bir şehirde yaşıyoruz. Num num haftasonunuza keyif verecek lezzetli bir plan olabilir.

Mutfak Brasserie - Konutkent


  Burası eski Marmelatte'ın yerine açıldı. Marmelatte son derece başarılı bir restorandı aslında. Hem yemekleriyle hem de Ankara'da bu denli özene alışık olmadığınız bahçesiyle keyif alabileceğiniz hoş bir mekandı. Marmelatte havasında yeni bir yer var şimdi aynı köşede, adı Mutfak Brasserie. Geçen akşam, evimize de çok yakın olduğu için yemeğimizi burada yedik. Et yemekleri son derece başarılıydı. Ben Hünkar Beğendi yedim, eşim de Cafe de Paris soslu biftek yedi. Porsiyonlar çok büyük değildi, biraz daha olsa yerdik yani :) Lezzeti ise tam istediğimiz gibiydi. Fiyatlar ana yemek başına 25-35 TL arasında değişiyor, aldığınız içecekle beraber 2kişi 100TL'yi bulabilir, bilginize...

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Şiirleri külrengi kumrular gibi uçuşan bir Kaptan...

"O ne zamandır hayatımın içine bunca işledi?" sorusunun yanıtını bilmiyorum. Ama neleri kaçırdığımı çok iyi biliyorum. Ben çocukken TRT-2'de programları olurdu, istesem her programı izleyebilirdim ama o yaşlarda böyle bir yeteneğim henüz gelişmemişti. Ve ben, onunla aynı ülkenin havasını soluyabilecek şansa sahipken neredeyse ölümünden bir kaç yıl önce şiirlerinin kanıma işlediğini, kullandığı cümlelerin beynimde sürekli yankılandığını farkettim...
Sarmaşıklı bir ev, güneşli tertemiz camları,
yine chopin’den révolution’u çalar komşumuz,
sen işinden ben işimden dönünce akşamları,
soframız hazır taze ekmek limon çiçekleri,
billur bardakta şeker gibi tatlı suyumuz,
sonra ben sana nâzım’dan şiirler okurken,
üşüşür penceremize gece kelebekleri,
artık dalar gönlümüzce büyük şeyler düşünürüz,
neler düşünürüz sevgilim neler düşünürüz,
her sıçrayış bir birikişe bakar,
her birikiş bir sıçrayışı hazırlar,
baştan başa tarih birikip sıçramalarla doludur,
yine chopin’den révolution’u çalar komşumuz,
saat kulesi gecenin on birini vurur,
varıp deliksiz uyuruz uyuruz sabahleyin,
bıraktığımız yerden hayata başlamak için….

---------------------------------------------------------------------------------
ellerim kırılsa ben senin için bu şiirleri yazmasam
dinamit taşırmış gibi gözlerini taşımasam
avanue vagram’da bir akşam yeter bana ağustos’ta
yapraklara serilmiş yirmi beş franklık yıldızlar
bir mısra yeter geceleyin bir tren gibi pırıl pırıl
sen kendine yetmiyorsun hiç kimse sana yetmiyor
birini bitirmeden aklın öteki yolculukta
dün gece chatelet’de metro’nun yanı başında durdum
yağmur bilmediğim başka bir gökten yağıyordu
yağmur saint-jacques kulesine doğru yağıyordu

yanımda olduğun zaman her zamankinden yalnızım


Hiç ama hiç durmamış bir hayat. Bir dolu yaşanmışlık, bir dolu aşk, bir dolu keder, bir dolu sevinç, her şeyden çokça gibi sanki onun hayatı. Sanki bir gece otursa, bana hayatının yalnızca bir yılını anlatsa sürekli ilgimi çekecek ayrıntıları toplarım.

Benim şu çektiklerimi bir çocuk var ki anlıyor
kendimi yerden yere vuruşumu içimdeki zehri
bir çocuk var ki anlıyor benim gibi kahroluyor
odasında şiirlerim fukara mumlar gibi yanıyorlar
sen o çocuk değilsin sen artık çocuk değilsin
dudakların eskisi gibi beyaz değiller biliyorsun
ben ki yaşadıklarımı büyük dinler gibi yaşıyorum
sen artık bir din değilsin bunu biliyorsun

Yaşadıklarını büyük dinler gibi yaşamak... Nasıl enfes bir bakışla, nasıl kalabalık bir hayatla, nasıl özgün bir yaşam sürmüş Kaptan. Onu anlayabiliyorum, kendini yerden yere vuruşunu, içindeki zehri...

Kaptan Attila İlhan, İzmir'de"Jokinyo'nun Evi'nde doğmuş, annesi Menemen eşrafından Emine Memnune Hanım, babası Kadızade Muharrem Bedrettin Bey'dir. Yapı Kredi Yayınlarının arşivinden tatlı bir çocukluk hatırasını şöyle anlatır:

Yaz geceleri, mehtabın lacivert aydınlığında, Karşıyaka'nın 'kibarları' sahildeki bu gazinoda (sahil gazinosu) yer içer eğlenirlerdi. Sahne'de Kemani Zeki Bey idaresinde ince saz icra edilir, daha sonra, monoloğ Mazlum Bey icra-yı lubiyat ederdi. Babam iki kadeh rakısını kafadar bir kaç dostuyla hemen her akşam burada içer; biz de, kardeşim Cengiz'le onu orada bulur, mezelerden 'çöplenirdik'

Lise'de uzaktan sevdiği ilk kıza yazdığı mektuplarda bulunan Nazım Hikmet şiirleri sebebiyle okuldan kovulur. İlk mahkumiyetini de bu sebeple yaşar. Hukuk adamı babası sayesinde 2yıl sonra "okuma hakkını" geri elde eder. Ancak atıldığı İzmir Atatürk Lisesine değil İstanbul'da Işık Lisesine gidebilecektir. Bu kıza ise sonra ne olduğunu yıllarca bilememiş, 1960'lı yıllarda mutlu bir evlilik yaptığını öğrenmiş, "bana çok saygı duyuyormuş, benimle iftihar ediyormuş!"

Böyle başlayan hikayesi Adana'da, Paris'te,İstanbul'da upuzun devam ediyor, dopdolu. Öyleki, buraya sizin için özetlemek istedim ama hangi hatırasını atlamam gerektiğine dahi karar veremedim. Attila İlhan bomboş geçen, duygusuz, maddi ömürlerin içinde bir kıymetli taş gibi parıldıyor hala.

Attila İlhan'ı geçen hafta Aşiyan Mezarlığında gördüm, boğazın en güzel yerinden izliyordu İstanbul'u. Biz yeni şiirlerini duyamasak da...
An gelir Attila İlhan ölür...

12 Ağustos 2011 Cuma

İyiki Her şeyi Unutuyoruz..

Geçmişte yaşadığımız en kötü hatıralar aslında beynimizde yalnızca "başlık" olarak kalıyor. Eğer günlük tutmuşluğunuz ya da eski bir takvime bir not yazmışlığınız varsa kontrol edin, hangi yazdığınız şeyi detayıyla hatırlıyorsunuz? Olayın sevinçli ya da üzücü olmasıyla da hiç ilgisi yok, her şeyi unutuyoruz! Hayatımıza giren bir sürü insanı bile unutuyoruz, hatta bazıları bir süre hayatınızda önemli yer etmiş dahi olabilir, üniversitede dersinden nefret ettiğiniz bir hoca gibi.
Siz çok etkilendiğiniz bir ölümü, yaşadığınız büyük bir zorluğu unutmadığınızı mı düşünüyorsunuz? Emin olun bu yaşadıklarınız sadece kişiliğinizi etkiliyor, ileriki davranış şekillerinizi değiştirebiliyor, olaylara bakış açınızı şekillendiriyor ama aklınızda tamamen kalmıyor. Saplantı haline getirdiğinizde belki vücut kimyanızı etkileyerek yıllarca aynı hatıraya takılıp kalabilirsiniz. Ama normal koşullarda en ince detayıyla aklınızda saklayabilmeniz imkansız. Birini kaybettiğinizde "zaman en iyi ilaç" denmesi boşuna değil, gerçekten böyle.

Bu hafta neler yediniz? Dizinizdeki morluğun sebebi nedir, nereye çarpmış olabilirsiniz? İzlediğiniz son 5 filmi sayabilir misiniz? En son ne zaman başınız ağrıdı? Aklınızda kalan kaç tane telefon numarası var? Bu soruların hepsi için özel bir durumunuz yoksa bile yanıtlamak sizi zorlayabilir.

Peki ne yapalım? Her hareketimizi, her yediğimizi, her sevinci, her üzüntüyü not etmek iyi bir yöntem olabilir mi? Bana kalırsa çok önemli olmayan hiç bir şeyi not etmeyin, çok gerekmiyorsa unutun gitsin. Mutluluk biraz da unutabilmekten geçiyor...

11 Ağustos 2011 Perşembe

Ankara'da Ne Yesek?

Elbette ilk sıralarda Trilye...
Biraz pahallı olduğunu en başta söylemeliyim. Hatta belki Ankara'da yiyebileceğiniz en pahallı yemek olabilir, emin değilim. Üstelik porsiyonlar da azar azar. Öyleki dondurma kaşığıyla patlıcan salatası koyuyorlar.
Amaaaa... Emin olun o patlıcan salatasını yediğinizde tüm hücrelerinizde hissedeceksiniz o lezzeti. İnanılmaz etkileneceksiniz lezzetten. İşe verilen kıymeti göreceksiniz tüm restoranda. Verdiğiniz paraya sonuna kadar değecek.

Trilye, Ankara'nın en meşhur balık lokantalarından biri. İstanbul'da veya deniz kıyısındaki diğer şehirlerde böyle bir lezzeti bulamayacağınız söylenir. Trilye'nin sahibi Süreyya Bey hala her şeyle heyecanla ve tek tek ilgilenen biri. Onun bu titizliği hemen her yere yansıyor. Her tabak özenle hazırlanıyor, sanki koca restoranda o yemek bir tek size yapılmış gibi. Balık sevmiyorsanız burada seveceksiniz, deneyin filan da demeyeceğim, emin olun seveceksiniz, yok yok balık en sevdiğiniz yemek olacak bundan sonra... Kömür ateşinde pişmiş pamuk gibi ve de bembeyaz balık etini gördüğünüzde bozmaya bile kıyamayacaksınız.
Üstelik bütün gece bir sürü süpriz yaşayacaksınız. Masanıza oksijenle taze limon kokuları mı sıkılmayacak, -196 derecede dondurulmuş çilekler mi sunulmayacak, neler neler... Özel günlerinizde başka süprizler de oluyormuş. Arayın konuşun isterseniz.
Leblebi tatlısı gibi direk labaratuar mutfaklarından çıkmış Trilye'ye özgü lezzetlerle de karşılaşacaksınız. Ama burda yemek seçiminde yanlış yapmanıza olanak verilmiyor. Ne seçerseniz emin olun güzel gelecektir. Örneğin ben artık güzel pişmeyen, direk bir karbonat tadı hissettiğim kalamardan soğumuştum, üstelik çok da severdim. Artık bunu yalnız Trilye'de yiyebiliyorum. Süreyya Bey kalamarı özel olarak bir yerden getirttiğini ve mürekkebinden ayırmadığını söyledi. Karides güveç tereyağında yapılıyor ve gayet başarılı. Burada Nirvana Karides diye özel bir çeşidi daha tadabilirsiniz ki, çoğu restoranda olduğunu düşünmüyorum. Balık boyunda kocaman bir karides yiyeceksiniz, adının başına Nirvana koyulmasının nedeni de sizi Nirvana'ya ulaştırmayı hedeflemesiymiş.

Ankara'da yaşıyorsanız buraya gitmemek büyük kayıp. Ankara'ya uğradıysanız da sakın atlayıp da geçmeyin diyorum...

7 Ağustos 2011 Pazar

Hayat yeni keşiflerle güzel...

En ufak bir konunun taa derinlerine inmek için hiç geç değil. Aman aman masraflı, kapsamlı hobilerden de bahsetmiyorum.

Ayşe Kulin'in "Füreya" adlı kitabını okuduğumda şunu hissetmiştim: İnsanlar neler yapıyor üstelik de hiç bir şeyin yaşı yok... Evde 10tane kitabınız mı var? Kütüphanecilik öğrenin, o kitapları en güzel şekilde gruplandırmayla başlayın mesela, ilk sayfasına sizinle ilgili, kitapla ilgili istediğiniz bir kaç şeyi de yazın. Adınızı, aldığınız tarihi, okuduğunuz tarihi ve fikirlerinizi mesela. Severseniz bu işi 100 kitabınız olur belki zamanla. Bir bakmışsınız ki, bir kitabı alırken ilk basımları, özel basımları takip ediyorsunuz..




Yabancı dilde bir film izleyin, o dilin tınısını beğenirseniz, kendi kendinize o dili öğrenebileceğiniz bir kitap edinin. Savaşın, boğuşun, o dili çat pat konuşun. Sizi kovalayan da yok, ne kadar öğrenebilirseniz..


Tek bir meyvenin bile meraklısı olabilirsiniz! Balkonda mükemmel narenciye tohumunu koca bir ağaç yapmak, her akşam eve geldiğinizde minik ağacınızın 1cm daha uzadığını görmek hayatınızın kocaman bir mutluluğu olacak... Emin olun ağacınızı büyütmenin binlerce inceliğiyle karşılaştıkça mutluluğunuz katlanacak, bir sürü yeni bilgiyle dolacak hayatınız. Herkese anlatacak ince detaylarınız olacak... Ayrıca, içkinize dalından kopardığınız mandalinanızdan koymanın tadına da doyamayacaksınızzz...


Her ne yaparsanız mutluluğunuzu katlamak için yapın. Hiç bir hobi hayatınızda mecburiyete dönmesin. Sizin hobiniz çevrenize sıkıntı vermesin. Beslediğiniz köpeğinizin veya kedinizin maceralarını herkese sürekli anlatıp boğmayın. Yaptığınız bir maketi eve gelen çocukların dokunulmazlığına alıp onların hayallerini yıkmayın. Hayat yarattığınız bu sıkıntılara değecek kadar uzun değil. En önemlisi çevrenizdekilere de mutluluk verecek yeni kaynaklar yaratmak. Unutmayın hobinize bu amaçla başlamıştınız...

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Türkiye neleri merak ediyor?

Google'da neleri aratıyoruz? Türkiye'de neler ilgi çekiyor? Günlük hayatımızı ne meşgul ediyor? Dışarda her gün karşılaştığımız insanlar nelerle uğraşıyor? Benim gibi merak ediyorsanız aşağıdaki tabloya bir bakalım. İlk tablo bu ay en çok aranılan kelimeleri, sonraki ise google aramalarında bu ay yükselen trendleri içeriyor

Ben sosyolog değilim, bilimsel bir şey yazmayacağım. Ama yorumum şu: Biz ki tv kameralarıyla karşılaştığımızda iki cümleyi bir araya getiremeyen, teşekkür etmeyi, özür dilemeyi, birbirimizi sevdiğimizi söylemeyi bile beceremeyen, "daha daha nasılsınız" tadında cümlelerle misafir ziyaretleri yapan bir halkken, nasıl oluyor da sosyal paylaşım sitelerinde bu kadar aktif rol oynuyoruz? Bunca ilginin sebebi, sanal ortamda kendine gelen özgüvenimiz mi acaba?

Daha sonra sizinle diğer ülkeler ne arıyor onları da paylaşacağım. Ama önce Türkiye'deki aramalar için yorumlarınızı öğrenmek istiyorum...









4 Ağustos 2011 Perşembe

Amy'nin Ardından..

Ben Amy Winehouse'un ölümüne çok üzüldüm, gerçekten muhteşem bir sesti. Ama onun dışında kırılgan, narin bir kişiliğinin olduğunu görebiliyordum. Tek bir fotoğraf karesini görseniz aklınıza yer edecek bir stili vardı. Hiç bir şeyden çekinmeyen doğal yapısı hoşuma gidiyordu, kimseye poz atma çabasında değildi. Benim gözümde o tam bir sanatçıydı.






Ona ölüm sebebinden dolayı sitem edenleri de anlayabiliyorum. Daha doğrusu henüz açıklanmayan tahmini ölüm sebebi mi demeliyim? İşte hepimizin bildiği kendine dikkat etmeyen yaşam tarzı malum. Ama o stil, o ses, sesinin altındaki duygular değil mi onu Amy yapan? Ailesindeki çarpıklıklarla boğuşurken bir anda harika sesiyle ünlü olmuş ve ne yapacağını bilmeyen ürkek bir kız benim gözümde o. Düşünsenize, sizi çevrenizdeki 3-5 kişi eleştirdiği zaman tahammül sınırlarınız zaman zaman zorlanıyor. Ünlü olmak kimbilir nelere sbep oluyor. Her hangi bir ünlüyü tv'de gören bir sürü boş insan hemen söz hakkı elde ediyor, hemen yaralayıcı biçimde eleştiriyor. Bir de sanatçı ruhunuzun kırılganlığını, eleştiriye açık halini, kendi sorunlarınızı katın şimdi bu tabloya. Bence Amy'le empati yapmak çok zor olmamalı. Ömrü boyunca onayını beklediği bir baba, nasıl olduğunu bilmediğimiz bir üvey anne, onu yalnız büyütmüş bir anne...

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Yazacak çoook şey var:)

Bazen aklım not edilmesi gereken çok fazla konuya takılıyor, hemen birileriyle paylaşmak istiyorum. Herkes ne düşünüyor merak ediyorum. Ama ne söylersen söyle dalga geçmeye hazır, ufku çoktaan kapanmış, sıkıcı hayatlar yaşayan, hiç bir zaman gözünün içi gülememiş, hayatı sevmeyen ama rutin geçen günlere de bir şikayeti olmayan insanlarınkini değil. Dolu dolu gülmeyi bilen, aklında yapılması gereken çook şey olan, her şeye aç ve açık, hayatı anlamaya çalışan, "hemen, şimdi, bugün" diyebilen insanların fikirlerini merak ediyorum.
Buraya okuduklarımı, ilginç bulduklarımı, modayı, dekorasyonu, koleksiyonlarımı, hobilerimi, seyahatlerimi, yapmaya çalıştığım yemekleri ya da yiyip içtiklerimi, sosyal hayatı, değişik insanları yazacağım. İşte benim gözümden hayat...