27 Mayıs 2012 Pazar

Dünya'nın Herhangi Bir Yerinde Olsam Şimdi... (3)

KısaKahveMolası @ Monte Carlo
 Monte Carlo - Monaco, zenginlik, ihtişam, para, kumar, eğlence... Nasıl yapılmış bilmiyorum, para çok gelmiş de bu minicik ülkenin asfaltına elmas kırıntıları mı karıştırmışlar? Nasıl bu kadar parıltılı bu yollar? Peki şehrin ortasındaki, müthiş çiçekleri olan parklar? Ankara'nın en havalı semtlerinde, eğitimli insanlar bile, hala sokağa dikilen çiçekleri koparıyor, hatta ağaçları çalıyor diye mi şaşırıyorum bu parka bu kadar? Sabahı bu kadar güzel olan bu şehrin, akşam en güzel kıyafetinizle gideceğiniz restoranları ve kumarhaneleri de ayrı keyifli. Monaco'ya defalarca gidilir! O parlak yollardan geçerken yüksek sesle Rihanna - Man Down dinlenir :)

 KısaKahveMolası @ Le Mans
Le Mans'ın benim gönlümde yeri çok ayrı. Kıyaslayamam çoğu şehirle. Çünkü yıllar yıllar önce, sadece bir kağıtla kardeş olduğum biri var orda. Sonra bin kağıt oldu bu galiba. Elime tutuşturulan bir adres ve bir isim vardı en başta, sonra kutular dolusu mektuba ve büyük bir gönül bağına dönüştü. Benim sevgili mektup arkadaşımın çocukluğunun geçtiği şehir. Ne güzel bir yere gitmiş yıllarca benim mektuplarım. Bu gece yine size gelsem kalmaya, yine pijamalarımızı giyip sohbet etsek o çimlerin ortasındaki kocaman evinizde.Yine gözlerimi doldurursun eğer çocukken yazdığım bir ayrıntıyı hatırlatırsan bana. Sonra sabah kalkıp mahmur gözlerle annenin serasından domates toplayıp, bir koşu fırından taze kruvasanlar almaya gitsek. Le Mans, benim hatıralarımın yıllarca biriktiğini anladığım muhteşem şehir...

KısaKahveMolası @ Nice / Eze Köyü
Gelelim Cote d'Azur'a; Nice, Fransız Riviera'sı, her sabah kalkıp yakın bir yerleri gezdiğim, "Antalya'da mıyım?" diye düşünüp durduğum bir merkez. Eze köyüne, Cannes'a, St. Tropez'ye, St. Maxime'e, Antibbes'e, günübirlik yolculuklarla ulaşmak için ideal nokta. Burda bir haftaya yakın dinlenmiştik geçen yaz. Nasılda geçiyor yazlar, haftalarca yaptığımız planlar bir kaç günde tükeniyor! Lavanta kokuları satan minik köy dükkanları, Cafe des Paris'nin süper tartaresi, yeşillikler içinde güzel Fransa yolları, yollarda besili pırıl pırıl inekler, her köy-kasaba-şehir sapağında görünen orayı tanıtan bir tabela, Courvoisier'den geçerken konyak resmini görmek gibi...

25 Mayıs 2012 Cuma

Dünya'nın Herhangi Bir Yerinde Olsam Şimdi... (2)


KısaKahveMolası @ Amsterdam
Amsterdam, minik şehir, baştan başa yürüsem 2 saatimi alır mısın? Arazisi kıymetli, binaları sıkıştırılmış, her yeri kanallarla ve bisikletlerle dolu. Uyuşturucu, red light kadınları, yanınıza her yerde yanaşıp "Kokain?" diye soran zenciler, güzel peynirler, sıcak kanlı ve hoş insanlar... Elbette herkesi her şehir farklı etkiler. Benim içinse kaldığımız şirin eve ve Queens Day kutlamalarına rağmen, en zayıf halkasın... Ama imkan olsa, işten çıksam atlasam gelsem, Vondelpark'ta bir kahve içsem ve geri dönsem fena olmazdı hani...

KısaKahveMolası & Chieko @ Bangkok
Bangkok, ilk gördüğüm andan itibaren beni büyüleyen şehir! Dünyanın en çok turist çeken 2. şehriymiş. Her yer biraz kirli, biraz özensiz. Şehrin ortasından belki de dünyanın en kirli nehirlerinden biri geçiyor. Ama bir şehrin gizemi ve güzelliği bunlarla ölçülebilir mi? Hayat ne kadar karışıksa, şehirlerin insana yaşattığı hisler de bu kadar karışık sanırım. Karidesler, ıstakozlar masamızı doldursa, dünyanın en güzel kızları sokaklardan geçerken hepsinin makyajlarına ve yüzlerine bakakalsam, turuncu kıyafetleriyle bir keşiş geçse hemen arkasından ve bu karmaşaya yine yine yine bayılsam...

Phuket! Eğlenceli mi eğlenceli bir şehir. Bütün gün gezer tozarsanız, ayaklarınıza kara sular inmesine izin verin. Çünkü sonunda başka yerde bulamayacağınız harika bir Tai masajı ve ardından yine başka yerde bulamayacağınız leziz Tai mutfağı sizi bekliyor olacak. "Bir rüyada mıyım yoksa Phuket'te miyim?" diye soracaksınız kendinize. Dönsenizde aylarca kendinize gelemeyeceksiniz. "Bazı şehirler ayağınızı yerden kesebilir" deniyor ya, o şehir Phuket değilse neresidir, bilemiyorum...
KısaKahveMolası @ Phuket

24 Mayıs 2012 Perşembe

Dünya'nın Herhangi Bir Yerinde Olsam Şimdi... (1)

KısaKahveMolası @ Paris
Paris bir sanat cenneti, binalar, heykeller, köprüler, sokaklar, hatta yemekler ve insanlar bile birer sanat eseri gibi. Şehrin hissettirdiği bence şu: sanki 1800'lere göç etmişsiniz ve o yıllarda dahi, size güzel bir şehir yaratmak için en ufak ayrıntılar bile düşünülmüş, bu şehirde göz zevkinizi hiç bir şey bozamaz! Sandalyelerin tamamı yoldan geçen insanlara bakan eski bir cafede otururken, gerçek hayatın tiyatrosunu izlersiniz; becerikli garsonlar önünüze güzel bir şarap ve foie gras getirirse, foie gras'nın nasıl yapıldığını da düşünmezseniz hele, tüm duyularınıza hitap eder Paris... Saint Michel'de aynen böyle otururken, "Burada yaşamak istiyorum ama tekrar öğrenci olarak" dememiş miydim?

Prag için "masal şehri" diye ilk kim demiş bilmiyorum ama bence daha güzel tanımlanamaz. Şehrin neresinde fotoğraf çekilirseniz çekilin, arkanıza dikkat etmeseniz bile, resimlere bakarken harika bir fonla karşılaşacaksınız. Bu şehirde melekler geziyor olmalı, sadece insanlar içinse eğer, fazla özenilmiş. Bıraksanız, yıllarca yaşayabilirim Prag'da. Charles Köprüsüne gider bir Pilsner Urquell alırım elime, country müzik yapan yaşlı sokak müzisyenlerini dinlerim saatlerce ve hiç bıkmam.
KısaKahveMolası @ Prag
KısaKahveMolası @ Münih
Münih her zaman favorim. Gökten inmiş bu güzel tabiat, yemyeşil çimenler belki ama, o müthiş evleri, yapıları da çalışkan Almanlar yapmış. Trende giderken 1 dakika bile gözümü kırpmak istemiyorum, ya hafızama yeteri kadar kazınmazsa bu geçtiğim huzurlu semtlerin resmi diye korktuğumdan. Sonra merkeze iniyorum, satılan her şeyi almak istiyorum, çünkü gördüğüm her şeye, guguklu saatlere, oyuncaklara, hediyelik eşyalara bile bayılıyorum. Hiç bir şey geçiştirilmemiş, teknoloji öyle bir seviyedeki, 1 magneti boyayan sistemin ne olduğunu filan merak ediyorum, hiç bir şehirde yok böylesi. Sonra baktığım her yerde aklıma teknoloji geliyor, ne seviyedeler nasıl bu kadar müthişler? Ve tarih; hiç bir şeyi bozmayan teknolojiyle karışmış. Nasıl oluyor bu, biz neden başaramıyoruz? Kısacası her şeye ve her yere hayran kalıyorum...

KısaKahveMolası @ Karlovy Vary
Karlovy Vary aklıma gelen diğer bir biblo şehir. Çek Cumhuriyet'inin kaplıcası, Atatürk'ün tedavi olduğu sıcak, demir tatlı sularını kendine özgü maşrapalarında içtiğimiz yer. Belki de gördüğümüz en şahane binalar buradaydı! Biliyor musun, senden sonra çok şehir gezdik ama çektiğimiz bir fotoğraf hala bilgisayarımızın ana sayfasını süslüyor. Tekrar gelirsek az içtiğimize pişman olduğumuz -tadı berbat- sularından bol bol içeceğiz bu kez. Bana kalırsa Brad Pitt-Angelina Jolie çiftinin de geldiklerinde yediği İtalyan restoranında yerim yine, oranın sahibi olduğunu düşündüğüm, beyaz gömleğinin ilk düğmelerini açan takım elbiseli, saçları jöleli adamın arkadaşlarıyla bangır bangır İtalyanca konuşmasını anlamaya çalışırım :) Sonbaharda Karlovy Vary'yi gördüm, Büyük Ressam tabloyu sarı ve kahverengi tonlarla boyamıştı, görüntü hafızama öyle kazındı, benim için bir sonbahar şehri. Yaz ayındayız ama yine aynı günü yaşarım orada bugün...

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Neden Yurtdışında Ev Tutuyoruz?

Amsterdam'daki 3 katlı mini evimiz. 
- Avrupa'da konforlu oteller için gerçekten servet ödemek gerekiyor. Eğer bir yılda bir kaç kez konforlu seyahat yapmak istiyorsanız iyi otellere para yetiştirmek mümkün değil. Evlerin fiyatları ise sunduğu hizmet yanında mantıklı. Ne hosteller kadar ucuz, ne lüks oteller kadar pahalı. Konforsuz ve sıradan, küçücük odalı bir Avrupa oteli de değil. Tertemiz ve size ait bir ev. Genelde içleri IKEA eşyalarıyla şirin bir şekilde döşeniyor. Fiyat-performans dengesi yerinde diye düşünüyoruz.

- Kendimizi turist hissetmek istemiyoruz!
Evde kendimizi o ülkede yaşıyormuş gibi hissediyoruz. Geçici değil kalıcı gibi oluyoruz. Bir daha o şehre gidersek, kapısının önünden geçtiğimizde "Burası bizim evimizdi" diyeceğimiz hatıralar bırakıyoruz. Ayrıca, bir fırsat olsa, orada yaşamak isteyip istemeyeceğimizin de cevabı oluyor bazen.

- Bizim diğer ülkeleri keşfederken en sevdiğimiz şeylerin başında, insanları gözlemlemek tanımak, diğer ülkelerdeki yaşamları görmek. Her ülkede hemen hemen aynı tarzlarda yapılmış bir otel odasında mı bir kültürü keşfedebilirsiniz; yoksa o ülkenin mimarisiyle yapılmış, o şehrin insanlarının stilleriyle döşenmiş, kapısını açınca her odasında süprizler bulunan bir evde mi?

- www.booking.com veya benzeri sitelerde detaylı gezerseniz, ev / apartman dairesi de bulabilirsiniz. Fotoğraflarından; bulduğunuz yerin otel veya ev olup olmadığını anlayabilirsiniz. Bloguma bu konuda aklınıza gelen soruları yazarsanız her zaman yardım etmeye çalışırım.

Dezavantajları:

- Otellerde odanız küçücük bile olsa kahvaltı dahil olabilir. Evde ise bu durum belirsiz. Amsterdam'da kaldığımız evde, daha önce yazdığım gibi buzdolabımız kahvaltılıkla doldurulmuştu; yağ, baharat, gofret gibi temel şeyler bile unutulmamıştı. Hatta biri buzlukta diğeri ekmeklikte olan iki ekmeğimiz bile vardı. 4 gün boyunca en ufak bir şey almamız gerekmedi. Ama Prag'daki dairede, buzdolabında hiç bir şey yoktu, yiyecek her şeyi biz almıştık.

- Evleri sadece haftada bir temizlemeye gelen görevliler var. 1 haftadan az kalacaksanız, büyük ihtimalle evinize giren sizden başka biri olmayacak. Gerçi şehirden şehire temizlik düzeni de değişebilir ama gördüğümüz kadarıyla böyle. Otellerde her gün havlularınızın değişmesine, yatağınızın toplanmasına alışıksanız bu durum da hoşunuza gitmeyebilir.

10 Mayıs 2012 Perşembe

Sarı Laleler Aldım Çiçek Pazarından...

Amsterdam'daki çiçek pazarından görüntüler umarım içinizi açar.
Eğer bir nebze Hollandaca bilseydim, bugün size tüm Amsterdam'da dergi satan her yerde gördüğüm bir dergiden çeviri yapabilirdim. Dergide, "Türkiye" işleniyordu. Hollandaca, biraz Almanca biraz İngilizce gibi bir dil olduğundan dergiyi raflardan alıp uzun uzun inceledim. Siyasi konulara, turizme yer verildiği gibi Hollanda-Türkiye arasındaki tarihi olaylar da vardı, başlıkta da büyük ihtimalle: "Hollanda lalelerinin soğanları Türkiye'den mi geldi?" yazıyordu.


Çiçek pazarındaki harika çiçeklerin arasından geçerken, aklıma bir arkadaşım geldi. Amsterdam'a daha önce gelmiş olan bu arkadaşım, bana gezip görülecek bir kaç yer önermişti. Zaten bir kitabı açtığımda karşıma direk çıkacak "Görülmesi gereken 10 temel yer" önerilerinde bulunan bu arkadaşım, çiçek pazarını da saydı, buradan lale soğanı alabileceğimi söyledi. Kendimi, kafamda laleye balkonda bakıp bakamayacağımı sorgularken bulup, "Sen almış mıydın?" diye sorduğumda; milliyetçi bir tavırla "Tabi aldım geri getirdim toprağına" demesi komiğime gitmişti. Tam 1 soğanı -hadi 5 tane getirmiş olsun- geri getirip (büyük ihtimalle de Ankara'da bakamayıp hatta hiç dikmeyip kurutarak) kendini vatansever gören, milli onurumuzu koruduğunu düşünen, Amsterdam'ı görme isteğine yenilmiş ama Hollandalılara yenilmemiş bir Türk evladı, laleyi büyük mücadeleleri sonucunda vatanına geri kazandıran bir kahramandı o! Ah şu biz kara bıyıklı Türkler!*


Güllerin renklerine, makinadan çıkmış gibi hatasız görünüşlerine bayılıyorum. Çiçeklerin bu güzelliği, sadece Amsterdam'da değil, Avrupa'nın çoğu yerinde ve hatta Tayland'da da böyle. Bizde yapılan ya da yapılamayan çiçek süslemeleri, gereksiz renk renk ambalajlar, tüller, kurdeleler, abartılı görünüşler hiç yok. Dümdüz bir kese kağıdına sarıp veriyorlar taze çiçekleri. Süslüyorlarsa da kararında. Kim bilir, belki biz yurtdışından ithal ettiğimiz için çiçekler deforme oluyor, bu yüzden de ambalajla kapatmaya çalışıyoruz tablodaki o eksiği.


Kırmızıdan oranja dönen güller, tomurcuk halinde laleler, yeşilin her tonunun yanı sıra, bir ressam paletinin pırıl pırıl tüm renkleri!




Mazhar Alanson, Biricik Suden ile henüz sevgili olduğu dönemde Amsterdam'da "Sarı Laleler" şarkısının sözlerini yazmış. Amsterdam'da bir tartışma yaşamışlar, Mazhar Alanson çiçek pazarına gidip Biricik Suden'e çiçekler almış ve meşhur şarkısını yazmış:

Uykulu gözlerle döndüm rüyamdan, 
Sana sarı laleler aldım çiçek pazarından... 
Sen olmasan.. buralara gelemezdim ben... 
Sevemezdim bu şehri, anlamazdım dilinden... 
Nasıl bir sevdaysa bu, karşı koyamam... 
Dayanamam, kıskanırım seni, paylaşamam... 
Satırlar uçar gider aklımdan... 
Sana sarı laleler aldım, çiçek pazarından... 
Yeniden başlasam, bu sefer korkmadan... 
Koklayıp birbirimizi çöpe atmadan... 
Satırlar uçar gider aklımdan... 
Sana sarı laleler aldım, çiçek pazarından... 


Buketi 12 € olan bembeyaz, hafif yeşilimsi, yer yer uçları sanki güneşten kızarmış gibi kırmızı güllere ne dersiniz? Bir çok gelin Türkiye'de de bu gülleri düğününde eline almak ister bence, ama bu kadar güzelini, bu harika renk geçişlerini Ankara'da bulamazsınız. Uçları kırık kırık ve sararmış olacaktır zaten. "Buluruz, şuradadır" diyen varsa buyursun yazsın çok memnun olurum, ben yıllardır bulamadım da!


Sarı lale filan almadık biz, Türkiye'deki marketlerde bulacağımızı düşündüm ben. Siyah lale soğanı getirdik (kesinlikle saksıda bakılmıyor, toprağa dikilmesi gerektiğini orada sorarsanız anlatıyorlar), lacivert saksı gülü getirdik. Ayrıca değişik lime ve mini portakal ağacı ile çok hoş bonsai tohumları da aldım. Henüz dikim aşamasındayız, çıktığında bir yazı da onlar için yazarım artık.



* 2009 Yılında kaybettiğimiz yazarımız Demirtaş Ceyhun'un "Ah şu biz karabıyıklı Türkler" adlı kitabında Türklerin göçebe bir toplum olmalarından kaynaklanan sosyolojik sorunlarına değinilir.

6 Mayıs 2012 Pazar

Anneannem ve Hıdrellez...

Biz 6 Mayıs gecesi, gül ağacının dibine gömdük dileklerimizi. Küçük kağıtlara hem yazdık, hem resimlerini çizdik istediklerimizin. Hıdrellez her ne kadar İslami bir kültür gibi dursa da, kökeni büyük ihtimalle İslam öncesine dayanıyor. Kaynaklara şöyle bir baktım, bu gelenek nereden başlamış diye de, Mezopotamya yazan var, Anadolu yazan var... Kimi gül ağacına bağlıyor dileklerini, kimi dualar ediyor, kimi suya atıyor, kimi cüzdanında paralarının yanına koyuyor, hatta Kütahya / Tavşanlı'nın yörük köylerinde yoğurt mayalanıyormuş. Bunu Ortodokslar da yapıyor (St. George günü diyorlar), Müslümanlar da; öyle ki UNESCO Hıdrellezi "İnsanlığın somut olmayan kültür mirası" listesine aday görüyor.

Sevgili anneannem
Ortaköylü anneannem, gençliğinde Hıdrellez için büyük hazırlıklar yaptıklarını anlattı bu sabah bana. Çocukluğumun upuzun kadını anneannem (1.75), ben onu yıllardır aşağılarda bir yerde, bu hizada beklediğimden, benim evime geldiği bugün aynı boydaydık artık. Balkonumun güneşli köşesine oturttum onu, sonbahar yapraklarına dönmüş ellerinin kollarının girintili çıkıntılı kıvrımlarında alaycı ilkbahar güneşi raks etti. Salonuma koyduğum şapkalı nişan fotoğrafındaki adeta yabancı kadına bakıp pas vermedi. 60 sene önce en beğendiğim zarif fotoğraflara baş kahraman olan; 40 sene önce üç çocuğuyla hayat mücadelesine yalnız devam eden; 30 sene önce kirpiklerini kıvırmadan güne başlayamayan; 15 sene önce vitrininin önü karıştırmaya bayıldığımız, rahmetli dedemin yurtdışından getirdiği hoş kokularla, farlarla, göz kalemleriyle doluyken; 10 sene önce santimi boş kalmayan özenli sofraların, güzel tabakların sahibesiyken; 5 sene önce bari fularından ödün vermeyen anneannem; bugün bana ondan miras kalan zevklerle hazırladığım soframda, tabaklarıma, severek aldığım çatal kaşıklarıma, güzel peçetelerime dikkat etmemiş olsa gerek. Belki de kıymeti kalmamıştır artık bunların. Bana şans, sağlık, huzur, mutluluk ve uzun birliktelikler diledi; mal, mülk, para aklına gelmedi.

Bir nevi baharın gelişi olarak gördükleri için, 6 Mayıs'ı açık havada geçirmek isterlermiş. Komşularla bir kaç gün önceden piknik hazırlıklarına başlarlarmış. Hıdrellez gününe özel kıyafetler dikerlermiş. Ne ki, her zaman Hıdrellez günü yağmur yağar, bütün planları da, bu yağmur suyuna düşermiş. Annemleri özenle giydirip bir yandan hazırlandığı bir yandan yemek yaptığı bir Hıdrelleze yandı bir ara, hatta sanki o eve mi girdi, o çocukları mı yağmurdan kaçırmayı hayal etti, yemekleri mi hızla arabaya yerleştirdi, ne düşündüyse, sanki o an içi cız etti.

Bu sabahsa şimdiki gök gürültüsünün aksine, hava güneş içindeydi. Benim şansımaymış, öyle dedi. Çık dışarıda hava al, toprağa bas, bugün Hıdrellez dedi. Ben çıkana kadar, Ankara, 1960'lı yıllara, anneannemin o hatıra dolu gününe döndü. Bilen gözler için, bir anda bir sürü semt yok oldu, çirkin tuvalet taşlı apartmanların yerini bahçe içinde şirin evler aldı, Keçiören tarafları bağlık oldu, Kızılay şık, Ulus da güzeldi, İncirli'de dedemin upuzun Ford'unun sesi duyuldu, arabanın arkasında, şakalaşan 3 küçük çocuk oturuyordu. Bugün Hıdrellezdi, o günlerin kaybolan umutlarının yerini, torunlarının kalbinde yeşeren yeni umutlar almalıydı.

Starbucks Laboratories / Amsterdam

1,5 Ay önce (Mart 2012), Starbucks dünyadaki 2. konsept cafe'sini Amsterdam'a açmıştı. Aylardır Amsterdam'ı yakın takip halinde olduğum için haberi kaçırmamıştım tabii. İlk konsept cafe Japonya'da açılmış, geleneksel Japon çizgileri 3 boyutlu ahşap temalarla birleştirilerek farklı bir iç tasarım yapılmış. Japonya'daki cafe aynı anda 45 misafiri ağırlayabiliyormuş, Amsterdam'daki cafe için bir sayı verilmemiş ama daha fazla olduğunu düşünüyorum. Amsterdam'daki cafe Starbucks Laboratories adıyla geçiyor ve burada baristalar yeni demleme tekniklerini keşfetmeye çalışıyor, ayrıca Avrupa'da başka hiç bir yerde bulamayacağınız az miktarda özel kahveler de satılıyor. Ben de tabii bunlardan bir paket aldım, kaçırır mıyım?

Starbucks Laboratories / Amsterdam 


Starbucks Laboratories / Amsterdam 
Starbucks Laboratories / Amsterdam 
Starbucks Laboratories / Amsterdam 
Starbucks Laboratories / Amsterdam 
Starbucks Laboratories / Amsterdam 
Starbucks Laboratories / Amsterdam 
Starbucks Laboratories / Amsterdam 
Starbucks Laboratories / Amsterdam 
Starbucks Laboratories / Amsterdam 
Starbucks Laboratories / Amsterdam İnsan manzaraları
Starbucks Laboratories / Amsterdam İnsan manzaraları
Starbucks Laboratories / Amsterdam İnsan manzaraları
Amsterdam Starbucks'ın da dekorasyonu Amsterdam'ın geleneksel çizgilerinden etkilenmiş, bisiklet malzemeleri ve Delft fayansları bu havayı hissettiriyor. Cafe'nin bir özelliği de, tamamen geri dönüşebilen malzemeler kullanılarak yapılmış olması. Ayrıca cam kenarına, dışarıyı izlemek için koyduğu ev usulü minderlerde kahve içmek de, ayrıca eğlenceli duruyordu.
Starbucks Laboratories / Amsterdam : Minderli cam kenarları
Starbucks'ın konsept mağazalar açma sebebi, insanların kendilerini gerçekten evlerinde gibi hissetmelerini sağlamakmış. Yani Amerikalı Starbucks, Amsterdam'da Dutch, Japonya'da Japon temalarıyla, markayı halktan biri gibi göstererek insanların sempatisini kazanmayı amaçlıyormuş...

Peki biz ne içtik? Ben bir Etiyopya çekirdeğini tercih ettim. Deniz de tercihi bana bırakınca, ona da yıllandırılmış Sumatra çekirdeği aldık. Latte, macchiato, mocha gibi kahveleri alırsanız her zamanki usulle, bardakların üzerine isimleriniz yazılıyor ve satın alıp içiyorsunuz. Eğer bizim gibi özel çekirdekleri tercih ederseniz, barista sizi yanına çağırıyor, ve büyük ihtimalle ilk kez göreceğiniz kahve makinelerinde ufak çaplı bir şov eşliğinde size kahvenizi yapıyor. Bu sırada herkes başınıza toplanıyor, barista da sizinle muhabbet ediyor, hem çekirdeğe yaptıklarını anlatıyor, hem de günlük konuular ve Amsterdam önerileriyle dostça bir ortam sağlıyor. Tüm gün boyunca Amsterdam kazan biz kepçe olunca, Avrupalı Starbucks'ta oturmak, dekorasyonu incelemek, oturanları, sohbet edenleri, sevimli sapsarı bebekleri, el ele tutuşan adamları izlemek o kadar eğlenceliydi ki!

İşte çekirdek kahvelerin yapıldığı özel kahve yapım bölümü
Starbucks Laboratories / Amsterdam Etiyopya ve Aged Sumatra
Starbucks Laboratories / Amsterdam - Kısakahvemolası yazarlı insan manzaraları
Son olarak, bir gün Amsterdam'a yolunuz düşerse: Rembrantplein'da Starbucks Laboratories'i kaçırmayın derim.
Not: Bir Amsterdam gezisi dahilinde, turistik bir yermişcesine kendisini bunca yazdırdığına göre, Starbucks Laboratories, beklediği başarıyı sağlayacaktır. Bu başarılı konseptler, Avrupa'da devam edecekmiş, kimbilir belki sıra İstanbul'dadır...