18 Kasım 2011 Cuma

Bangkok'ta Tango: Yasemin Kokusuyla, Geçmişin Dokusuyla...

Artık diyebilirimki, tango benim için çoook eski bir hobi. "Çok eski" yazmaya bir türlü elim gitmese de, hayat koşuşturması içinde kabul etmeliyimki, bu böyle oldu. Oysa dans ettiğim yıllarda, "10 yıldır hiç tango yapmadım, o yüzden epey geriledim" diyen insanları bile anlayamazdım. Bu derece coşkuyla yapılan bir dans nasıl bırakılır, hem insan bıraksa bile aynı yerden başlar; bu araba sürmek, yüzme bilmek gibi bir şey değil mi diye düşünürdüm. Bu düşünceler, anladığınız gibi, tarih oldu.

Bugün Türkiye'de tangoya başlamak isterseniz adım başı bir stüdyo bulabilirsiniz. Her yerde tango geceleri (milonga denir) yapılır. Karşılaştığınız her 3 kişiden biri, en azından bir kere tango dersine gitmiştir. Ben öğrenmeye başladığımda -10 sene önce- aylarca dansa benzer hiç bir şey yapmamıştık, derslerde tangoyla ilgili yapılan sohbetler bile başlı başına değerliydi. Her dersin etkisinden çıkabilmek için, en az 1gün tanırdım kendime. Bir-iki sene önce, stüdyolardan birine gittiğimde bu işin ÖSS hazırlık kurslarına döndüğünü ve hiç keyfinin kalmadığını gördüm. Hızla hareket öğretilir, siz o hareketi denemeye çalışırken, hareketin adı bile anlaşılmadaaan hemen yeni harekete geçilir. İnsanlar arasında iletişimin en yüksek olması gereken yerde, sohbet bile kalmamış, önemli olan bir derste kaç hareket öğretildiği... "Sen yaptın, öbürü yapamadı, neyse yeni hareket gelsin.. Haydi, bunu milongada soracağım..." gibi gördüğüm bir durum söz konusuydu...

Olsun, ben tangoyu, benim aklımdaki, o 10 sene önceki, beynime sihirli bir şeymiş gibi  işlemiş haliyle, hala seviyorum...

7ay önce, Bangkok'ta bir gece, kaldığımız otelde tango çaldığını duydum. Deniz'le, ses ne taraftan geliyorsa, orada bir kahve içebiliriz diye düşündük. Hemen kulak kesilip, sese doğru ilerlerken bir tango posteri gördüm ve o tarafa doğru devam ettik. Ne kadar da net bir ses, acaba canlı mı diye de düşünmeye başladım. Ses giderek artarken kaynağı sonunda bulduk. Karanlık bir salonun içerisinde 15-20 dansçı vardı, evet evet, bir milongayla karşılaştık!

Ama benim yanımda ayakkabılarım yoktu. Zaten herkesin çok şık olduğu bir ortamdı. Bizi görseniz, bütün gün Bangkok sokaklarında canımız çıkmış bir vaziyetteyiz. Yine de kenardan kenardan, dansları izlemekten kendimi alamıyordum... Sonunda ayakta izlemekten vazgeçip, içim buruk, odaya çıkmaya karar verdim.

O anda arkadan biri bize sesleniyordu, yakalandık! Çok kibar bir bey ve bir bayan, "Siz tangocu musunuz?" diye yanımıza geldiler. "Evet ama çok eskidendi" dedim. Ve hemen o anda, tüm Bangkoklu tangocular bizi bir aile gibi sardılar!

Bangkok'taki tangocuların çoğu Fransızdı veya başka milletlerdendi. Dolayısıyla içeride İngilizce konuşuluyordu. Bizim Türk olduğumuzu duyunca inanılmaz sevindiler. Çünkü tango konusunda Türkiye'nin adını sıkça duyuyorlardı, inanılmaz güzel organizasyonlarımız olduğundan bahsettiler. Mutlaka katılacaklardı. Türkçe tangolara bayılıyorlardı. Bangkok'ta, Türkiye'nin tersine, tango yapan bir avuç insan vardı.

Sonra da, bizim için süpriz bir müzik çalmaya başladılar: http://www.dailymotion.com/video/x9k30b_sezen-aksu-o-sensin_music Çok çok sevdikleri ve her milongada çaldıklarını söyledikleri bu şarkıda Camille beni dansa kaldırdı. Ayağımda spor ayakkabı vardı ya hani, benim de o an, o spor ayakkabılar, işte bu kadar umrumdaydı :) Ayağım yere yapışa yapışa dansetmekten bile çok keyif almıştım. Bugün TangoBangkok'ta yer alan fotoğrafımıza her baktığımda hala, akrabalarımı bulmuş gibi sevindiğim o akşamı hatırlayıp heyecanlanıyorum... Bu arada şarkıyı tercüme etmemizi istediler, denedim ama, Sezen Aksu'nun yazdığı bir şarkıyı ne kadar tercüme edebilirsek artık :)

Spor ayakkabıyla tango
Çok saçma ama, bir önceki gece rüyamda Sezen Aksu'yla tanıştığımı görmüştüm ve bütün gün Deniz'e anlatıp durmuştum :) Sonunda, bir sonraki gece Bangkok'ta Sezen Aksu şarkısıyla karşılaşmak, hala iletişimde olduğumuz Bangkok'da yaşayan Fransız, Japon Tangocular ve o gece, fotoğraflar ve videolarımız olduğu halde bana hala bir rüya gibi gelir. Tango sayesinde edindiğimiz arkadaşlarımızla gezdiğimiz, Bangkok'un baharat kokulu Çin mahallesi ve Jim Thompson'ı en iyisi başka bir yazıda anlatayım.

Dünyanın bambaşka bir köşesinde, bambaşka bir ülkenin kültürünü yaşatan bambaşka dünyaların insanlarını bir araya toplayabilen şey, Tango'nun etkileyici gücüydü. Hepimizi aynı dilden konuşturan, insana iyiki bu dansla yollarım kesişmiş dedirten bir şeydi.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Prag Notları - Ne alınır? Ne içilir?

Alphonse Mucha posteri
Prag'da geçen günler boyunca bazen yazdım bazen yazamadım. Aslında daha yazılacak çook şey vardı. Mesela harika restoranlar keşfettik. Mesela hayvanat bahçesine gittik. Mesela tarihi yerleri gezdik. Bana kalırsa Prag'da yalnızca alışveriş adına fazla bir şey yoktu. Çok araştırdım, bazı bloglarda ara sokaklarda bulabilinecek değişik dükkanlardan bahsediliyordu, Prag hakkında okuduğum kitaplarda alışveriş için dükkan adresleri verilmişti, bir kaçının izini bile sürdüm ama alıp da getirmeye değecek bir şey bulamadım. Meşhur kuklaları nedense bana hitap etmedi, pek pazarladıkları Alphonse Mucha'yı da güzel satamıyorlardı.


Bize en çok hitap eden alışveriş malzemeleri Absinth, Becherovka ve Slivovice gibi şeyler oldu :) Siz de bunlardan bolca almak istiyorsanız, Prag'a indiğinizde, havaalanından alın, büyük kazancınız olur benden söylemesi. Dönüşte, el bagajınızda yalnızca 2şişe hakkınız olacağından, ve Absinth gibi %70 oranında bir içki getirecekseniz bu hakkınız da 1 adete ineceğinden, en baştan istediğiniz kadar alın ve ana bavulunuzda onlarca getirin :)


Absinth
 Absinth bana göre değil. Ben daha çok keyif alınarak içilen içkilerden hoşlanıyorum. Absinth dünyanın en yüksek alkollü içkilerinden biri, %70 alkol ihtiva ediyor ki %90 içerenler de varmış. Türkiye'de satılanlar buradaki yasalar gereği sanırım belli bir yüzdeyi aşamıyor. Zaten Türkiye'de de hemen hemen satılmıyor. Kolonyanın %80 alkol içerdiği düşünülürse Absinth'in ne olduğu daha iyi anlaşılabilir. Zaten ağzınıza değdirdiğinizde hiç bir lezzet vermediğini düşünüyorum. Aksine bütün mide ve boğazınız yanıyor. Dünyanın içkiyle arası en iyi olan milletlerden biri olduğunu gördüğüm Çek halkı, soğuk coğrafyalarında bu içkiyi sıkça tüketiyordu. Vincent Van Gogh'un absinth içtikten sonra kulaklarını kestiği söylenir. İçinde trujon diye bir madde bulunur ve bu sizi Van Gogh'da olduğu gibi, bilmediğiniz alemlere götürebilir. Sadece Van Gogh değil, şimdi de bir çok Avrupalı sanatçının en çok tükettiği içki olduğu söyleniyor. Absinth Çek Cumhuriyetinde bulunmuş, dünyanın diğer yerlerinde satılanların üzerinde Absinthe diye yazılıyor yani sonuna bir "e" ekleniyor. Gerçi Avrupa'nın büyük bölümünde bile satışı yasak. Yandaki resimde gördüğünüz gibi Çekler, 1 bardak absinth üzerine delikli bir kaşık koyuyor ve onun içine de bir kesme şeker. Şekere de 1 damla Absinth damlattıktan sonra çakmakla şekeri yakıyorlar. Bir renk ve görüntü şöleninden başka bir şey olduğunu sanmıyorum. Absinth'in 1 kesme şekerle tatlanması pek mümkün değil gibi. 

Becherovka

Mide hastalıklarına iyi gelmesi için 16 çeşit baharatlı bitkiyle Karlovy Vary'de Jan Becher adlı bir doktorun buluşu olan Becherovka'yı ise bence mutlaka tatmalısınız. Hatta ben biraz sade sodayla karıştırdım süper oldu. Yemekten sonra hazmı rahatlatan bu içkinin kendine has aroması oldukça hoş. Becherovka ile ilgili çok sevdiğim bir ekşisözlük yorumunu da ekleyeyim: "Jan Becher adındaki Çek doktor tarafından ilk başta mide ilacı olarak üretilen, sonralarda "yav bizim memlekette alkol iyi gidiyor, şuna c2h5oh katsak fena mı olur, biz de ürün çeşitlemiş oluruz, para kazanırız" düşüncesiyle alkollü hale getirilen, en sonunda da Çeklerin milli içkisi haline gelen içecek. " 

Slivovice

Slivovice de, Çeklerin meşhur erik rakısı. Tabii suyla karıştırılmayan bir rakı bu:) Alkol oranı bildiğimiz rakı civarında, ama bazı Çekler bunu evde yapıyormuş ve o zaman alkol oranı %80-%90'ı buluyormuş. Slivovice severler bu tadı öylesine övüyorki merak ediyorum. Bildiğiniz, fanatikleri var yani. Henüz açılmamış bir şişe evde durmakta:) Meraklıları bekleriz.

Çek Cumhuriyeti'ne ait çok farklı içkiler var, içki kültürüne hakkını veren bir toplum... Oralara kadar gidip de içkilerinden bahsetmemek olmazdı diye düşündüm.  Prag sokaklarında, sıklıkla bira içen insanlar görebilirsiniz... Çekler ,Pilsner Urqell marka biralarıyla da oldukça popülerler. Öyleki Pilsner adının isim hakkı, Çek Cumhuriyetine ait. Bildiğimiz tüm biraların adında geçen (Efes Pilsen) bu isim hakkından, eminim oldukça kazanıyorlardır.

Tabi ben en çok Çek şaraplarından tatmaya çalıştım. Şehir merkezinde bir şaraphaneye de uğradık. Gittiğimiz yer aynı zamanda en eski Çek şaraphanesiydi. Maalesef Çek'e giderken, şarap konusunda adlarını fazla duyuramadıkları dışında bir bilgim yoktu. Evdeki kitaplara baktığımda da, şarap söz konusu olduğunda en çok geçiştirilen Avrupa ülkelerinden biri Çek Cumhuriyeti'ydi. Evet, Fransa, Almanya gibi her yeri bağlık bir ülke değildi. Ama onlara özgü olduğunu düşündüğüm bazı üzümler gördüm (veya ben bu üzümleri ilk kez gördüm?). Çek Pinot Noir'ını bir kaç kez tattım, şu an adı aklımda olmayan üzümleri de denedim, bence hepsi iyiydi. En son gün, Çek şarabından vazgeçip içtiğim Fransız Cabarnet Sauvignon hepsinden iyiydi :) Fransa'daki gibi bayıldığım çeşitler olmadı belki ama yine de şarap zevkiniz varsa, o güzel Vltava nehri manzarasına karşı iyi şaraplar bulabilirsiniz. 

Prag tatili yapmak isteyenler için bir başka konuda ayrıntı; Prag'a indiğiniz gün kombine haftalık otobüs-tramvay-metro bileti filan almayın. Boşuna fazla para vermiş olursunuz. Şehir küçük, en güzel yürüyerek keşfediliyor. Bir kaç uzak noktaya gitmek istediğinizde yarım saatlik bilet almanız yeter, bu da 2,4TL'ye karşılık geliyor. Bilet almadan tüm taşıtları kullananlar çoğunlukta, hakikaten kimse hiç bir ulaşım aracında kart filan basmıyor. Hatta turistler, ulaşım araçlarını bedava zannediyor deniyor. Arada kontrol oluyormuş, biz bilet alıyorduk. Hiç kontrole denk gelmedik gerçekten ama zaten ulaşım pahalı değil, riske değmez.

12 Kasım 2011 Cumartesi

Dora İçin Son Hafta!

Hazırız, bekliyoruz:)
Ben annesiyle babasının, onu beklerkenki fotoğraflarını yayınlayana kadar Dora doğacaktı neredeyse:)

İşte bu yazının müziği: http://www.youtube.com/watch?v=X_aV61q25U8&feature=related

Dora'nın ileride muhtemelen sıkça oyun oynayacağı parkta :)

Şimdilik küçük annenin oynadığı oyuncak :)

Bebek bekleyen küçük anne ve baba...

Hamile fotoğrafı

8 aylık hamile - fotoğraf



Hazırız, bekliyoruz!
Tüm güzel dileklerimiz sizinle...

9 Kasım 2011 Çarşamba

Çek Cumhuriyeti'nde Karşılaştığım Ünlüler

Karlovy Vary - Atatürk
Prag'a, şehirlerarası otobüsle yaklaşık 2saat uzaklıktaki bir başka Çek kenti Karlovy Vary'de Mustafa Kemal Atatürk'ün izini sürdük. Karlovy Vary, Çek Cumhuriyeti'nin kaplıcalarla ünlü şehri. Atatürk, 1.Dünya Savaşı sırasında geçirdiği böbrek rahatsızlığının tedavisi amacıyla  1918 yılında Karlovy Vary'ye gelmiş. Kaldığı Carlsbad Plaza binası girişinde, kaldığını gösteren bir mermer plaka yer alıyor. Karlovy Vary'de bugün binlerce Türk turist görebilirsiniz, büyük çoğunluğu Atatürk'ün geldiğini duyup bu otele de bakıyormuş. Yakın yıllarda, bu ilgiyi gören otel, söylenen o ki, herhangi bir odayı "Burada Atatürk kaldı" diye kapıya gelen misafirlere göstermeye başlamış, biz sorduk bunun için kişi başı 10 euro istediler. Benim dikkatimi çeken bir nokta da, Atatürk'ü otelin girişinde duyurup reklam yapan otel nedense koyduğu bayraklar arasına Türk bayrağı ekleyememiş. Otelde ayrıca Freud da kalmış, aşağıda fotoğrafları görebilirsiniz...

Karlovy Vary - Freud
Carlsbad Plaza - Karlovy Vary 

Karlovy Vary dönüşü Prag'da Kavarna Slavia Cafe'ye oturduk. Slavia, şehrin mükemmel noktalarından birinde. İçeride son derece şık insanlar görebilirsiniz. Şapkalı, tuvaletli bayanlar ve papyonlu erkekler içkilerini yudumluyordu.  Legii Köprüsünün tam önündeki cafe, hala nostaljik havasını koruyor. Charles köprüsü, Vltava nehri, tam köşede yer alan cafe'nin tüm kenarlarından geçen eski tramvaylar, tarihi binalar ve siz tüm bunların tam arasındasınız... İşte bu cafe'de, özlem dolu şiirlerini yazan Nazım Hikmet'i andık, bir armangac ısmarladık. Armagnac demek, yirmi damla gözyaşı demekmiş...

Armagnac: 20 damla gözyaşı

Slavia - Nazım Hikmet

Pırağ'da bir yandan ağarıyor ortalık

Bir yandan da kar yağıyor

Sulusepken 

Kurşuni

Pırağ'da ağır ağır aydınlanıyor barok;

Huzursuz, uzak

Ve yaldızlarında kararmış keder.

Ölen bir yıldızdan uçup gelen kuşlara benziyor.

Dördüncü Şarl Köprüsünde heykeller.





Şair memleketten uzak,

hasretten delik deşik

Eski Kent'te duruyordu.

Meydanlıkta yapayalnız

Gotik duvar üstünde

Hanuş ustanın saati 

On ikiyi vuruyordu. 

Ve çanları çalan ölüm

Ve yukarda öttü horoz

Şair memleketten uzak,

Hasretten delik deşik

Etrafına dalgın baktı


---


Pırağ'da bir araba geçiyor

Tek atlı bir yük arabası

Yahudi mezarlığının önünden.

Bir başka şehrin hasretiyle yüklü araba,

Arabacı ben. 

Pırağ'da Yahudi mezarlığında sessiz soluksuz ölüm.

Ah gülüm, ah gülüm,

Muhacirlik ölümden beter..


----


Ayaz, güneşli, yalansız,

Ayaz toz pembe ,

Havayi mavi ayaz.

Nerdeyse donacak kırmızı bıyıklarım.

Saat elifi elifine dokuz.

Bu dakka bu saniye

Hiç kimse bana düşman değil

Ve hiç kimse geçmiyor aklımdan 

Geçilmiş kıyılar geri gelebilir diye

Bu dakka bu saniye

Sen beni seviyordun canım

Hiç kimseyi hiçbir zaman sevmediğin gibi

6 Kasım 2011 Pazar

Prag'ı Sevdiğimiz İkinci Gün...

Bu yazıyı okurken, bir yandan linkteki, bizim Prag'la özdeşleştirdiğimiz Canon'u dinlemenizi tavsiye ederim: http://www.youtube.com/watch?v=8Af372EQLck

Dün burada ilk günümüzdü, en turistik bölgelerde olduğumuz için mi bilmem, küçük, sıradan bir Avrupa şehriydi bizim için. Bugün şehrin en tepesine çıktık, o masalsı manzarasını gördük. Bu şehir sonbaharın kraliçesi gibi. Ne kadar hoş bir havası var, ben anlatamasam da belki fotoğraflar anlatır...

1. Petrin Tepesine gidiyoruz, önce Charles köprüsünden geçmemiz gerekiyor. Bu köprü akşam romantik, sabah cıvıl cıvıl. Yani hem sabah hem akşam görülmesi gerek. Harika country şarkılar çalan yaşlı müzisyenler, prag manzaraları veya portrenizi çizen ressamlar..
Charles Köprüsünde Müzisyen

Charles Köprüsünde Güneşli Bir Gün

Charles Köprüsünde TV yayını
2. Petrin tepesine gidilir. Bu tepe çok dik, 15 dakikada bir yukarı taşıyan finikülerler var, ama biz o uzun finiküler kuyruğunu bekleyemedik. Çok efor sarfederek koca tepeyi tırmandık, ama o kadar harika bir doğanın içinden geçtikki, iyiki finiküler sırasını beklememişiz...
Eğimi bulun ve tırmanırken ne kadar enerji harcadığımızı düşünün :)

Finikülerle çıktığınızda göremeyeceğiniz doğa...

Çıkarken aşırı yorulduk, arada bulduğumuz her müthiş parkta dinlendik.
3. Petrin tepesine tırmanılır, en üstte çakma Eiffel kulesi var :) Hemen altındaki cafede dünyanın en huzurlu saatleri güzeelce geçirilir. Panini veya aşağıda resmi olan, benim yediğim değişik tatlıdan yenilir. Cappucino veya sıcak şarap içilir :)

Petrinska Kavarna Cafe

Güzel bir tatlı ve Cappucino

Masamızın yanından harika bir sonbahar manzarası
4.) Sonunda minyatür Eiffel'e çıkılıp masal şehir Prag izlenir.







İşte bir günlük, harika, dinlendirici Prag planı. Bu arada tepeyi geri inmedik tabii, bu kez füniküleri kullandık. (Not: Füniküler: 240 Kc yani 2,4 Türk Lirası, Eiffel'e çıkış: kişi başı 10TL civarında, Cafe'de yiyip içilenler kişi başı 10-12TL gibi düşünülebilir. Ucuz ama harika..)

Akşam programı için, o paspal halden kurtulmanız gerekir, evimiz hemen şehir merkezinde olduğu için en uzak noktadan bile hemen gelebiliyoruz. Şimdi hemen şehrin en güzel noktalarından birine, güzel bir yemek yemeğe doğru devam ediyoruz...

Prag'da İlk Gün

Prag küçük bir Avrupa şehri. Her yere yürünüyor, en güzel ulaşım şekli yürümek.
Her yerde sadece souvenir cılar var; bu insanlara market, butik, kırtasiye, banka vs. gerekmiyor galiba.
Dün kocaman bir Moser dükkanı gezdik. Harikaydı. 1 likör bardağı bile 100 TL'den az değil. Tüm o meşhur Moser kristalleri nasıl işleniyormuş biliyor musunuz? Sanatçısı 3 boyutlu resmi önce kağıda çizip cama nokta atışlar yapıyormuş, sonra bunları birleştirerek ana resmi oluşturuyormuş, derinlikleri ise daha sonra elle veriyormuş. 150.000 TL civarında vazolar, 3-4 ayda yapılıyormuş bu yolla. Bir de ışığa göre renk değiştiren optik kesimli cam vazolar vardı, bunlar Moser'in en temel ve meşhur işleriymiş. İnternet sitesinden Moser'in müthiş camlarına bakın derim. Kralların yemek yediği tabaklar ve içkilerini yudumladıkları harika cam bardaklar için: http://www.moser-glass.com/en/

Tüm gün şehrin Old Town kısmını turlayıp akşam çok ünlü bir restoranda river view harika bir yemek yedik. Bu arada Old Town'da yavaş yavaş Christmas dükkanları açılmaya başlamış, daha açılmaz demişti herkes ve üzülmüştük. Gerçi daha çok sosisli sandwich, domuz kızartma, krep ve sıcak şarap kısımları kurulmuş. Yani çok fazla Christmas'a yönelik hediyelik eşya yok.
İşte kızaran domuzlar
Bir köşe başında 15 dakika beklerseniz yaklaşık 45 Türk görebilirsiniz. Zaten bir dükkana girip, "Nerelisiniz" sorusunu cevapladığımızda direk "Ooo Bayram, Müsliim" cevabı alıyoruz :) Dün magnet aldığımız dükkanda çalışan adam, her sene Pamukkale'ye geldiğini söyledi, arkasından da Side'ye gidiyormuş, "Az para, çok konfor, ben ve ailem için Türkiye muhteşem, daha ne olsun" dedi. Bu arada Side'ye gelince otelin dışına çıkmıyormuş, biraz sorduğumuzda "Yalnızca kaldığım 5 yıldızlı oteli bilirim" dedi. Üstelik bu adam yılın 1ayını ülkemizde geçiriyormuş. Biz de güzelim ülkemizin burdan görünen kısmına üzüldük.
Pazar sabahı kahvaltısını Çek usulü yapmaya gönlümüz el vermeyince kendimize marketten peynir, zeytin filan aldık. Sabah evde hem dinlendik hem de doğru dürüst doyduk :) Prag'ın her tarafı, ağır, 1000lerce kez kullanılmış gibi bir kızartma yağı kokuyor. Bazı restoranlara bu kokudan yanaşamıyoruz bile.. Çek şarabı fena değil ama anlatıldığı kadar da zayıf bulmadık. Çok zengin bir ülke olmadıkları için zamanında şarapçılığa eğilememişler ve Avrupa'nın diğer ülkeleri, bu konuda onları zaten ezip geçtiği için de fazla ilgi yokmuş. Geceyarısı birer Malbec içtik ama çok beğenmedim mesela, öncesinde yemekle içtiğimiz Çek şarabı daha iyiydi. Malbec o kadar buruktu ki, ağızlarımız küçüldü :)

Bu arada 5Kasım saat 5'te diye duyurulan klasik müzik konserine gittik, aşağıda meşhur Aynalı Şapel'de konser öncesi fotoğrafımız var. Deniz, Bach'ın Air'ı ile Schubert'in Ave Maria'sına bir de Pachelbel'den Kanon'a bayıldı, burada sabahtan beri Youtube'dan çeşitli versiyonlarını bulup kahvaltı boyunca dinledik.

Herkese Prag'dan iyi bayramlar.

5 Kasım 2011 Cumartesi

iyki dogduum


Rederna obecni dum'da dogumgunu pastam, irish coffee, Deniz ve ben :)
Herkese Prag'dan sevgiler..

Published with Blogger-droid v2.0.1

4 Kasım 2011 Cuma

Havaalanindayiz, Gule Gule Turkiye!

Bayram boyunca blogumdan paylasimlarimi surdurmeye calisacagim. Herkese simdiden iyi tatiller!


Published with Blogger-droid v2.0.1

3 Kasım 2011 Perşembe

Ankara'da Yılın İlk Karı Başladı!

Bilkent dolaylarında az önce kar yağmaya başladı! Yılın ilk karını bugün fotoğraflayabilirsem bloguma ekleyeceğim. Ama şu an elimdeki cep telefonu pek güzel görüntü alamıyor. O yüzden şimdilik buraya, geçen senenin iş yeri kapattıran kar manzaralarını koyuyorum...



Arabaların gömülüşü

Tek ayağımla açtığım derin çukur

Snow Angel

Serviste mahsur kaldığımız anlar


























Bu görüntüleri Kasım'ın başında değil, sonunda görmemiz yeterli bence. O yüzden hemen şimdi güneşin tekrar açmasını diliyorum... Bayram tatilinin güzeli, güneşli ve sıcak günlerde olur değil mi? :) Bize acı hava durumu!

2 Kasım 2011 Çarşamba

Kitab-ı Cihannüma'yı Bilir misiniz?

Boyut Yayınlarından aradıklarında bir sürü işim vardı. Ama 'Cihannüma' dediklerinde akan sular durdu. Kitabı aldıktan sonra beklemesi, bana çok uzun geldi. Neyseki bugün kitabım elimde!


Katip Çelebi
Size biraz bu kıymetli kitabımdan bahsedeyim :) Kelime anlamı; "her yanı görmeye elverişli, camlı çatı katı veya taraça kule", kitabın her yerde adı geçen yazarı Katip Çelebi. Ancak bazı araştırmacılar, yazarın yalnız Katip Çelebi olarak gösterilmesini, kitaba büyük emeği geçen İbrahim Müteferrika'ya haksızlık olduğunu düşünüyor.












1648 yılında, Osmanlı'nın Yükselme Döneminde yazımına başlanıyor. Kitapta daha çok coğrafi bilgilere yer veriliyor ama aralarda sosyolojik ve astronomik bilgiler de var. Hatta dünyanın yuvarlak olduğunun kanıtı bile yer alıyor. Dünya yuvarlaktır, katmanları vardır...

Tabii o dönemin koşullarında haritalar, bugün bildiğimizden çok farklı. Yeni Zelanda bile bilinmiyor. Ancak Osmanlı, yeni topraklar bulmalı, fetihlerine yenilerini eklemeli! Avrupa da, bir yandan, daha da zenginleşmek için yeni kaynaklar arıyor! İşte böyle bir tarihi dönemde yazımına başlanıyor.



Aslında Katip Çelebi de, kitabı iki kez yazıyor. İlkini tamamlamak üzereyken eline Avrupa'da hazırlanmış bir kaynak geçiyor ve ikinci kez kitabı yazmaya koyuluyor (ikinci kitaba başlama tarihi de 1654). Tamamlayıp bir kaç el yazmasıyla çoğaltan da İbrahim Müteferrika. 698 sayfalık eserin 325 sayfasını İbrahim Müteferrika eklemiş. Hazırlanan bu eserde son 70 yılın (!) keşfedilmiş tüm toprakları var. Ama sonuçta kitabın tam olarak kaç adet çoğaltıldığı bilinmiyor. Örneklerden biri Yapı Kredi Bankasına ait Kazım Taşkent Kütüphanesinde, biri TBMM'de, biri İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde, bir örneği de Boyut Yayınları Genel Yönetmeni Bülent Özükan'da. Hepsi el ile çoğaltıldığı için, yazı karakterinden resimlere kadar birbirinden oldukça farklılarmış.

İlk basımın ardından 360 yıl geçiyor. Boyut Yayınları sahibi Bülent Özükan, Cihannüma'ya yeniden can vermeye karar veriyor: "Kitab-ı Cihânnümâ"ya bir müzayede sonucu sahip olmuştum. Dokunmaktan, merakımı giderirken öğrendiklerimden büyük keyif aldım. Kıskanç bir koleksiyoncu gibi kitabı saklamak yerine, öğrendiklerimi paylaşmaya karar verdim. Yayıncı olarak başka nasıl karar verebilirdim ki? "







Elimdeki kitabın, kağıdı özel imal edilmiş. 16.-17.yy'da kullanılan kağıdın özelliklerinin aynısı... Özel üretilmiş ve başka hiç bir yerde kullanılmıyor. Kullanılan altın yaldızları nakkaşlar işlemese de, aynı özelliği hissettirecek yaldız yurtdışında özel üretilmiş. Kitap; Türkçe, İngilizce ve Osmanlıca olmak üzere içerisinde 3 ayrı dili barındırıyor. Özel izinle çoğaltılan eser 1950 adet basıldı ve sınırlı sayıda okuyucuya özel olarak sertifikalandı. 2008'den beri tüm bu detaylarla uğraşan ekip, 3,5yılda çalışmaları tamamlayabilmiş.

Özel baskılardan 11.si Nobel ödüllü edebiyatçımız Orhan Pamuk'ta
































Tüm bunlar benim inanılmaz ilgimi çekiyor. Çocukken oynadığımız oyunlarda; haritalar çizer, yataklarımızı gemi farzeder, yeni topraklar keşfederdik. Kitap elime geçtiğinde, adeta o duygular içindeyim yine. Keşfedilmemiş toprakların olduğu, havacılığın olmadığı, dünyanın yuvarlak olduğunun bile yeni yeni kabul gördüğü bir dünya! Ben elimde kocaman Cihannüma ile şimdi o Dünya'dayım...