23 Ekim 2014 Perşembe

36. Hafta, Kilolar, Cheesecake Factory ve Magnolia Bakery ile İmtihanım

Benim küçücük boyuma 15 kilo gerçekten çok geliyor :) Ebru Şallı, Çağla Şıkel, 1.70'in üzerindeki boylarıyla hamileliklerinde 8-9 kilo alıyorlarken, ben uçuşa mı geçtim ne! :)
Evde tartı da olmadığı için 15 kiloyu aşmış da olabilirim bilemiyorum.

Bu hafta Alvi, kontrole gelmene gerek yok dedi. "Yapacak bir test vs. kalmadı nasılsa, 37. haftada gel, doğuma ne kadar kaldı ona bakalım" dedi. Hastaneden başka yerde de kiloma bakılmıyor, ha zaten burada da kilomu pound cinsinden ölçüyorlar, bir de onu kiloya çeviriyorum :) Hemen hemen her hafta ortalama 2 pound alıyorum, o da yaklaşık 1 kilo diye hesaplıyorum. Yaşlı hemşire Marie'yi çok seviyorum, her gittiğimde kilomu, tansiyonumu, beta HCG'mi (bu da Türkiye'den farklı, bizde beta Hcg ölçülmez, ultrason olmadığı için, hormondan hafta hesaplıyorlar) o ölçüyor. Tartıya her çıktığımda, "Yok yok, sen almıyorsun, bebeğin alıyor bu kiloyu" gibi şeyler deyip, beni sevip okşayıp moral veriyor :)  Tabi bu ilgiyi görünce ben, hemen koyverip, "iyi, iyi, tatlı yemeye devam" diye düşünmeye başlıyorum...

Aslında iştahım normal bence, benim her zaman yemek yemeye yerim vardı, şimdi de aynı seviyede var. Ama tatlıda sınır tanımıyorum. Yemek istemiyorum, ne bebeğe ne bana faydası yok biliyorum filan, o ayrı da, gel de uygula.


Michigan Caddesi'ne her yürüdüğümüzde Cheesecake Factory'ye girmememiz mümkün değil. Yakınındaki dükkanları gezerken bile tüm konsantrasyonumu kaybediyorum, başka hiç bir şey düşünemiyorum. Yemekleri süper, ne seçsek lezzetli çıkıyor, arkasından yediğim Cheesecake'te ise tamamen aklımı yitiriyorum. Her girdiğimde, "Bu sefer sadece cheesecake yiyeceğim" desem de yalan oluyor. İçerdeki kokudan ve tabaklardaki görüntülerden etkilenip "Hadi önden bi şunu deneyelim, paylaşalım" demeye başlıyoruz... Bir de ortaya gelen o ekmekler, tereyağıyla beraber getirdikleri hayatımın ekmekleri... Neyseki Cheesecake Factory eve 25-30 dakika yürüme mesafesinde. Yoksa bitmiştim...

Cheesecake Factory - quesadilla
Cheesecake Factory - bunlar aperatif...
Cheesecake Factory - cheese steak sandwich
Cheesecake Factory - snickers'lı cheesecake
Cheesecake Factory - taze muzlu cheesecake 
Cheesecake Factory
Cheesecake Factory
Cheesecake Factory - red velvet pasta
Ama bir de Magnolia Bakery var ki, evin dibinde; kendine özgü meşhur pudingi bir harika. Ortalıkta dev pastalar da yapıp insanın aklını başından alıyorlar, bir de hamileyseniz... Türkiye'de nasıl döner müşterinin önünde hazırlanır, burada da pasta taze taze önünüzde mis kokusuyla hazırlanıyor. İşte bu bile, önünden geçerken dahi aklımı çeliyor. Her seferinde, "Nasılsa çok yürüyorum", "Ankara'da bunu çok özlerim", "İlk hamileliğim değil mi, tadını çıkarayım" gibi bahanelerim hep hazırda.

Magnolia Bakery - evde magnolia puding ve cam önünde blog yazma keyfim
Magnolia Bakery - magnolia puding
Magnolia Bakery
Magnolia Bakery - cupcake'ler
Magnolia Bakery
Magnolia Bakery - her zaman her şey taze...
Magnolia Bakery - Her dakika pasta yapılıyor...
Magnolia Bakery - Her dakika pasta yapılıyor...
İşte böyle... Kilo almayı istememek ve bu lezzetleri es geçememek arasında gidip geldiğim günleri yaşıyorum. E bir de Türkiye'deki gibi tanıdıkların arasında olmamanın verdiği bir rahatlık var, aldığım kilolara gelen eleştiri sıfır :) Sonuç: yakında yuvarlanarak gezebileceğim galiba! :)

19 Ekim 2014 Pazar

Öyle Güzel Bir Yer Gördüm ki...

Öncelikle; bu yazıyı okuyan herkesin, günün birinde anlatacağım yeri görmesini içten dilerim...
Yazının bir bölümünü de karnımdaki 36. haftasına başlayan bebeğim için yazacağım.








Hayatımda gördüğüm en huzurlu, en güzel yerlerden biri olarak aklıma kazınan Chicago Botanik Bahçesi'ni hiç unutamayacağım. Kocaman karnımdaki minicik oğlumla birlikte, çok güzel bir gün yaşadık. Umarım ki, oğlum da annesinin karnındaki bu mutlu gününü ileride buradan okusun ve ruhu, kalbi bu bahçe gibi, bu bahçede geçirdiğimiz bu güzel gün gibi huzurlu olsun hep...


Bu bahçede, karnımda bebeğim varken, bir cennetin içindeydim ve geçmişteki kötü, üzücü ne varsa bir nevi silindiğini, iyileştiğimi hissettim. 17 Ekim 2014 günü, bu manzaranın içinde kafa karışıklıklarımı, çözemediklerimi, sıkıntılarımı, üzüntülerimi olduğu gibi kabul ettim.


Chicago Botanik Bahçesi'nde gerçekten çok pahalı ağaçlar var, çok göz alıcı ve dev bir bahçe. Çeşit çeşit farklı bölümlerden oluşuyor, tüm bu alanlara çok büyük yatırımlar yapıldığı belli, buna rağmen giriş ücretsiz. Çünkü bahçenin on binlerce bağışçısı var. Gezerken her köşede bulunan plakalarda, bağışçıların adlarına ve minik notlarına rastlıyorsunuz. İşte bahçenin çok hoş bölümlerinden birinde, 40'lı yaşlarında bir karı-koca ve içlerinden birinin annesi olduğunu tahmin ettiğimiz daha yaşlı bir bayanla karşılaştık. Yaşlı bayan tekerlekli sandalyesindeydi, başında saçlarının bir bölümünü örten bir örtü vardı, son derece şık ve yaşına göre oldukça da hoştu. Maalesef gözlerinden usulca yaşlar dökülüyordu. Ben karnımdaki bebeğime cennetin içinde olduğumuzu, gelecekte yaşanacak çok güzel günlerin olduğunu anlatırken, o kaybettiği eşinin hatırasına yaptırdığı bu cennet köşede, geçmiş güzel günlerini anıyordu. Tezatlarla dolu dünyanın içinde bu iki apayrı duygu birleşti, ortak bir derin his yakaladı. Belki ben kaybedilenin ardından çekilen derin acıyı bildiğimden, yaşlı bayan da mutluluğun nasıl yaşandığını iyi bildiğinden, belki esas şimdiki bu yeni duygularımızı yeni öğreniyor olduğumuzdan, birbirimizi çok iyi anladık. Belki bir kaç yıl önce bugün ben onun hislerinde olmuştum, belli ki o da aynı sıralarda benim şimdiki mutluluğumu yaşamıştı. Deniz ve benim, bahçenin bu köşesinde bir fotoğrafımızı çekmeyi teklif etti, biraz da sohbet ettik. Düşündüm ki, bu fotoğrafla, en azından bu bayanın hatıralarında, biz hep mutlu olacağız. Ne güzel...

Chicago Botanik Bahçesi - İşte bahçenin çok hoş bölümlerinden birinde, 40'lı yaşlarında bir karı-koca ve içlerinden birinin annesi olduğunu tahmin ettiğimiz daha yaşlı bir bayanla karşılaştık.
Hamilelikten mi ayaklarım bir karış havada geziyorum ben? Bu güzel düşünceleri bana veren, yazımı yazarken karnımda hop hop oynayan minik bebeğim mi? Annelik kafası nasıl oluyor bilemiyorum ama, bana kalırsa hamilelik kafası, çoğunlukla böyle bir şey işte :) İnsanın hayata daha güzel bakmasını sağlayan bir şey (hormon mu neyse artık) kesinlikle var :)) Ya da Chicago Botanik Bahçesi'nin havasında suyunda bir sihir var. Buraya gelen, bu güzelliğin içinde kendini bulan herkes böyle sarhoş mu oluyor? Bunun ihtimali de gayet yüksek bence :) Gezip bilen varsa bana söylesin; bu güzelliğin etkisi daha ne kadar sürüyor?


Not: Chicago'dan, Chicago Botanik Bahçesi'ne nasıl gidilir diye merak edenlere:
Ogilvie Transportation Center (Loop'ta bulunan) istasyonundan, Metra trenleriyle Kuzey hattında yer alan Glencoe kasabasına gidilir (yaklaşık 40 dakika sürüyor). Bu güzel kasabaya gelince, hemen istasyonun önünde yer alan 213 numaralı belediye otobüsüne binerek, (10 dakikada) Chicago Botanik Bahçesi'nin önünde inilir.
Metra Trenlerinin saatleri/ücretleri için: http://metrarail.com/
Glencoe Kasabası belediye otobüsü saatleri/ücretleri için: http://www.pacebus.com/

15 Ekim 2014 Çarşamba

Chicago'da Güneşli Bir Pazar ve Maraton

Pazar günü Chicago'da güneşli ve heyecanlı bir sabaha uyandık.
İlk kez bir şehir maratonunu canlı izleyecektik. Sabah 7'de uyanıp hemen yakınımızdaki State Caddesi'ne yürüdük ve koşucuların gelmesini bekledik.
Şehir maratonu inanılmaz heyecanlı ve izlemesi zevkli bir şeymiş. Kendimizi bir anda fırtına gibi koşan yüzlerce insanın arasında bulunca, çevremizdekilerle birlikte sloganlar ve alkışlara da kapıldık. Maraton bitişinde tanıştığımız bazı koşucular, Meksika Mahallesi'nde izleyicilerin sandviç uzattığını, çocukların yerel Meksika dansları yaptığını bile anlattılar. İşte tüm şehri böyle bir coşku sarmıştı.






Maraton bitiminde, Grant Park'ta yarış sonrası partisi vardı. Girişi o kadar kalabalıktı ki, annem benim karnım burnumda halime bakıp asla girmememiz gerektiğini söylemeye başladı. Fakat o kadar rahat girdik ve saatlerce çimenler üzerinde öyle güzel dinlendik ki, girişe aldanıp buraya girmekten vazgeçmediğimiz için en çok da o sevindi.



Burada bayıldığım görüntülerden biri, 3-4 çocuklu annelerin hiç bir yere gitmekten çekinmemeleri. Bu çok tecrübeli annelerle sohbet ettiğimde ilgimi çeken, bunca birikim ve becerilerine rağmen öneri vermemeleri, annenin içsesi ile doğruyu yapacağını söylemeleri. Türkiye'de ne çok biliriz oysaki her şeyi, herkese önerecek ne çok şeyimiz vardır... Ama 1-2 çocuklu anneleri bile sokaklarda rahatça gezerken de göremeyiz pek.

10 Ekim 2014 Cuma

Amerika'da Doğum / Gelmeden Yapılacaklar

Hastaneye gidiş yolunda tombiş ben
Doğumu Amerika'da yapmayı düşünüyorsanız, öncelikle tüm testlerinizi İngilizceye çevirtmeniz bir hayli işinizi kolaylaştırır. Eğer bu mümkün değilse de doktorunuzla ilk görüşmenizde ne testleri yaptırdığınızı tek tek anlatmalısınız. Yoksa Amerika'da test yaptırmanız gerekebilir ve bu testler çok pahalı olabilir. Ayrıca bazı tıbbi terimlere hakim olmadığınız için çifte test yaptırmak durumunda kalabilirsiniz, sanırım en kötüsü de bu olur.

Kurbanlık koyun gibi doktorum Alvi'yi beklerken :)
Illinois Eyaletine gelecekler için gerekli test listesini aşağıya yazacağım. Eyaletten eyalete bazı değişiklikler olabilir. Gelmeden önce hastanenizi belirlerseniz, hastane ile yazışıp gerekli testleri çıkarabilirsiniz.

- Down Sendromu Testi (Ne yapıldıysa, 2'li test, 3'lü test, 4'lü test, yaptırdıysanız amniyosentez vs gibi tüm testleriniz)
- Gonorea
- Klamidya
- Hepatit B
- HIV
- VRDL
- Glikoz Testi ( Canan Karatay'ın tv'de anlattığının aksine ABD'de bu test zorunlu.)
- Kan grubunuzu gösteren belge ( ABD fiyatı 3,5 dolar)
- Rubella
- Toksoplazma
- Smear Testi
- Kan ve İdrar Testi değerleri
- Ultrason Raporu (Bu ultrason fotoğrafınız değil, plasentanızın nerede durduğu gibi bilgileri içeren doktorunuzun yazdığı detaylı bir rapor. Bunu Türkiye'de detaylı ultrason çektirdiğinizde veriyorlar.)
- Kistik Fibrozis testi ( Bu testi ben bilmiyordum, burada yaptırdım, 60 dolar tuttu.)

Hemşire Gloria kan alırken. Burada kan alma çok değişik, iğnenin battığını bile hissetmiyorum.
Normalde kan görmeye ve iğnenin batış görüntüsüne dayanamadığım için işte böyle kafamı çeviririm.
Ama bir türlü iğneyi batıramadı diye düşünürken koluma bir baktım 2.tüpe geçmiş.
İşte bu da, burada önerilen günlük yemek miktarları. Ben bunun 3 katını filan yiyorum onu söyleyeyim. Hele bu aralar şekerli şeyler yemeden duramıyorum. Bu yüzden 35. haftaya girerken yaklaşık 15 kilo aldım bile! :)

27 Eylül 2014 Cumartesi

Chicago'dan Merhaba!

Şu an Türkiye'deyseniz, sizin için Cumartesi sabahı 6:30; bizim için Cuma akşamı saat 22:30 ve Chicago'daki evimizdeki ilk saatlerimizi yaşıyoruz.
Yaklaşık 2,5 ay burada kalacağız ve blogumda Chicago için bir günlük tutmak istiyorum. Bu günlüğün bir amacı da, Amerika'da doğum konusunu merak eden anne adaylarına yardımcı olabilmek olacak, çünkü biz de bu amaçla burada olacağız.

Hamileyken Amerika'ya Girmek

Buraya gelirken en büyük bilinmezlerden biri, hamileyken ülkeye giriş yapmanızın yasal olup olmadığıdır. Eğer çalışıyorsanız büyük ihtimalle benim gibi 33-34 haftalık hamile iken ABD'ye gelmeyi tercih edeceksiniz (36 haftalığa kadar giriş serbest ama doktor tavsiyesi 33-34 haftayı geçmemek oluyor genelde). Bu haftalarda da karnınız bariz bir şekilde belli oluyor ve saklamak da gerçekten zor oluyor.

Girer Girmez Yakalandııım!

Siyah giyinip, kazak, fular, palto ve kocaman çantalarla kendimi tamamen kamufle ettiğimi sanarak bir kaç saat önce ABD'ye giriş yaptım. Girer girmez hamile olduğum anlaşıldı :) Gümrüğü geçtikten sonra, 2 polis memuru pattt diye yanıma yanaştı ve "Hamile misiniz, kaç aylık hamilesiniz?" diye sorular sormaya başladılar. İnanılmaz panik oldum... Hamileyken ülkeye girmenin yasal olduğunu iyice araştırmamıza, genel olarak gayet soğukkanlı bir insan olmama rağmen, polislerin karşısında resmen dağıldım. Buraya, annem, babam ve eşimle geldik, hepsi valizleri almak için körüğe yönelmişti. Beni gafil avladılar :)

Eşim Deniz, durumu anında farkedip süpermen gibi yetişti. Her şeyin doğrusunu hiç saptırmadan söyledi. Evet hamileyim, 8 ay bitti. Evet buraya aynı zamanda doğum amaçlı geldik. Yanımızda şu kadar nakit var, kredi kartlarımızda şu kadar boşluk var. Doğum için düşündüğümüz hastane şu, hastanedeki doğum fiyatı bu. Karı koca mühendisiz, ayda şu kadar kazanıyoruz. Çocuğumuz erkek. İsmi ne olacak? Ben tamamen şok vaziyette konuşmaları dinliyorum. Sorular adeta bitmiyor...

İşlem Tamam Derken...

Tüm dürüstlüğümüzle verdiğimiz cevapları dinleyen polisler, uçakta dağıtılan, doldurmuş olduğumuz ABD giriş formumuza bir numara ve bir kaç harf yazdılar. Sonra bizi tebrik ettiler. "Müthiş bir proje çocuklar, mutluluklar size" dediler. Vallahi sonuç ne olursa olsun, benim elim ayağım boşalmıştı. Allahtan valizlerimiz çabucak geldi, toparlandık ve kapıya yöneldik.

O da nesi... Bir kontrol daha! Yine bir sürü polis... Merhabalaşmalar. 2,5 ay Amerika'ya gelmek mi? Ne yapacaksınız 2,5 ay, vs... Bu kez doğum konusunu sorgulamadılar ama süreyi baya sorguladılar. Bu ikinci sorgu da adrenalimin bir süre daha tavanda kalmasını sağladı.

Korkacak bir şey yokmuş!

Deniz'in en zor derslere bile çok iyi hazırlanan yanına müteşekkirim. Her şeyi gayet sakince ve güzelce toparladı. Üstüne tüm bu polis sorgularında dut yemiş bülbüle dönen ve çılgına dönmüş vaziyette çıkan beni de bir güzel sakinleştirdi.

Jetlag'iz bir yandan :)

Şimdi evdeyiz. ABD'ye ilk gelişim ve Avrupa'yla filan ilgisi olmayan bir devler ülkesinde gibiyim. Burası büyülü, inanılmaz, başka bir evren desem yeri. Şu an herkes uyudu, bir tek ben ayaktayım :) Bir yandan evimizin güzel gece manzarasını izliyorum bir yandan ilk yazımı tamamlayıp ben de artık uyumak istiyorum :)

Oğlumuza anlatacak maceralarımız şimdiden birikiyor!
Yeni hayata merhaba...

24 Eylül 2014 Çarşamba

Bir Varmış Bir Yokmuş...

"23 Eylül" sizin için ne ifade ediyor?
Uzun gecelerin başlangıcını mı, sonbaharın ilk gününü mü, coğrafi bir ekinoks tarihinden başka hiç bir şeyi mi?
Benim için de, tam 11 yıldır bunlar dışında hiç bir anlamı yok "23 Eylül"lerin.
Ondan önce, hayatımın en önemli kişilerinden birinin doğum günüydü. Kutlanmamış bir 23 Eylül bilmezdim...

O son 23 Eylül'ü bir kaç gün geçmişti sadece.
Bazı konuşmalar içinize çok fena yer eder, öyle bir sohbetin içindeydik.
Son 1 yıldır kurmaya içimizin elvermediği cümleleri, kolayca sıralamaya hazırdın.
Bunu fark etmiştim, hiç bir şey duymak istemiyordum, ağır gelecek her sözüne, esprili bir cevap vererek ortamı yumuşatmak üzere defansta bekliyordum.

Her şey çok zordu artık. Hastalığın son safhasında, vücudun zapzayıf, direncin tamamıyla kaybolmuş, zorlu ağrılarla baş ediyordun. Bunların tümü benim ruhum için geçerliydi. Başımıza bir şeyler geleceğini iç sesim söylese de, kendime asla itiraf edemiyordum, dehşet bir çaresizliğin içindeydim. Yıllar sonra bir arkadaşımız o günleri anarken, beni "öyle ya, sen on dokuzunda, koca bir kadındın" diye tarif edecekti.


O gece, günlerce hiç bir şey yiyememenin ardından, yarım kase domatesli şehriye çorbasını zorla içmeye çalışmıştın. Hepimize umut olmuştu bu. Bulduğumuz moral, sana da iyi geldi.O güçle bana sordun:

- "Söylesene Mir, 10 yıl sonra, sen nasıl biri olacaksın? En detayıyla anlat, anlattıkların hafızama kazınsın..."

Sana inanılmaz umutsuz bir "10 yıl sonraki hayatım" tablosu çizmiştim. Ne demek istediğini anlıyordum, senden daha umutlu olmak istemiyordum. Zaten, o günlerin getirdiği hissiyatla daha iyisini düşünmek imkansızdı. Hatta o koşullarda bana gayet iyi gelmişti bu tarif.

-"Peki Mir. Sen bunları yaparken, ben uzun pembe bir elbise giymiş olacağım. Sana bembeyaz bulutların üzerinden bakacağım. Sen mutlu olunca, ben de mutlu olacağım, bunu unutma. Saçlarım, eskisi gibi uzamış olacak. 10 yıl sonra..."

Bu, ikimizi de kahretmişti. Nasıl da bu cümleleri kurabilmiştin, beni yakıyordu söylediklerin, esprili bir karşılık bulamazdım bunlara artık. "Saçmalama" dan öteye gitmeyen gevelemeler dışında hiçbir cevap kalmıyordu bana. O gece en sert perdeden girdin hep. Benim çok üzüldüğümü görünce vitesi azalttın.

-"Tamam Mir, bunlar çook sonra olacak. 10 yıl sonra..."

Benim için o 23 Eylül'ün ardından, bugün tam 11 yıl geçti. Sen, sadece 30 gün daha görebilmiştin.

Biliyor musun, burada olsaydın yeni yaşında "Teyze" olacaktın.
Oğluma, gökyüzünde gördüğü en güzel bulutların üzerinde, pembe uzun elbiseli, upuzun saçlı bir melek teyzesi olduğunu söyleyeceğim. Oğlum mutlu olunca, o da çok mutlu olacak...

27 Haziran 2014 Cuma

Bana Gerçek Bir Aşk Anlat!

Edebiyatın temel temalarından aşk, kelimesi kolay ama varlığı zor, ha dedin mi anlatacağınızı sandığınız ama aslında klişelerden kurtulamadığınız için bundan hızlıca vazgeçtiğiniz bir tuhaf his. Aşk sandığınız nefret çıkar, kommensalizm çıkar, boş çıkar. Bir de bu yüzden yazamazsınız. Bu yüzden "gerçek" aşkı anlatabilen romanları yazanlar Dostoyevski, Tolstoy olabiliyor.

Bir edebi sohbette, "gerçek aşk"ın anlatması ne kadar zor bir şey olduğunu anlamam 1 sene önceye tekabül ediyor. O zamandan beri de gerçek aşk hikayelerini aramaya, iyi romanları bu gözle incelemeye başladım. Böyle hayatlar, büyük aşklar buldum mu, zaten ezelden beri dibine kadar merak ederim. Sonuçta her yer farklı, cesur, her şeye rağmen zarif, her şeye rağmen hayat dolu, en önemlisi fena halde üretken insan kaynamıyor. Böyle etkileyici hayatları, zaman zaman da burada paylaşmak istiyorum. Sizi de onların dünyasına götürececek kadar büyük sözleri olduğu için.


Bir İngilizce öğretmeni ile bir Kimya Mühendisi arasındaki çook eski bir aşk hikayesi var. Bu kişileri siz de tanıyorsunuz aslında. Hayat onları müzikte birleştiriyor. Birbirlerinin tadına varamadan da ayırıyor. Ama bu süre, bizler için bir çok şarkı üretmeleri için yeterli olmuş. Hem de sözler de müzik de öyle böyle değil, "Sen başkalarına benzeme sakın, hep böyle kal, bana yakın...".

"Çiğdem Talu - Melih Kibar" isimlerinin yan yana gelmiş hali = bir kırık aşk hikayesi. Çevre baskısına yenik düşmüş, zamansız ve buruk. Neyseki boşuna değilmiş yaşadıkları. Ölümlerinin üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, şahane müzikler ve sözlerde yaşayacaklar:

Hani eski bir resme bakarken
Hani yılları sayar da insan
Hani gözleri dolar ya birden
İşte öyle bir şey...


Deli Anne'yle Bisiklet Sevinci

Çok isteyerek yazmaya başladığım blog işini, ben pek beceremedim. Yazılarıma uzun aralar verip okuyanları bıktırdım. Çözünürlüğü iyi fotoğraflar koymak istedim hep, ama hala makine alacağım kendime. Bir sürü taslak yazıya başlayıp bir türlü yayınlayamam aylarca. Hep bir vakit darlığı, bir koşturmaca, sonu nedir onu da bilmiyorum, ama en çok istediğim işleri yapamıyorum sonuçta.
Yıllardan beri takip ettiğim bazı blogger'lar var oysaki, bu işin hakkını layığıyla veren; yazılarını gördüğüm an içim açılan Deli Anne gibi. Harika fotoğrafları, akıcı dili, içten halleri, güzel oğullarından öğrendikleri ve bayıldığım İskoçya görüntüleriyle blogu, kesinlikle bu alemin baş köşelerinden birinde. Ben onun blogundan çok şey öğrendim. Montessori'yi, homeschooling'i hiç alakam olmadığı zamanlarda duyup ilk araştırmaya başlamam ve bununla, bakış açımın çoook değişmesi onun sayesindedir. İşyerinde kahvemi alıp, "Tamam, hadi şimdi ful konsantre" deyip kulaklığımda beni anında rahatlatan müziğiyle beliren Evgeny Grinko, yine onun sayesinde. "Eşyadan Azade" yazısı ile, gereksiz her şeyden arınma fikrimi, evimi ilk kurduğum gün elde etmem onun sayesinde. Ve daha bilimum dekorasyon fikirleri, dertleşme gibi yazdığı yazılarından kazandıklarım, günlük instagram videolarından ve fotoğraflarından bambaşka alemlere uçup gitmelerim onun sayesinde.

Mümkün olsa bugüne kadar kesin tanışırdım. Ne varki çok uzak mesafelerdeyiz. Benim gözümde dünyanın en huzurlu yerlerinden birinde, ama elbette benim "kesinlikle gidilecekler" listemin başında bir ülkede. Ben Ankara'da iş-ev "doğru parçası" yaşam düzeninde, anca bulduğu her fırsatı değerlendirmeye çalışıp bir "üçgen" oluşturma hevesinde bir kişiyim. Benim yolum İskoçya'ya düşerse onunla haberleşip tanışabilmek, 'Bilim Selim'ini ve 'Melodik Kerim'ini sıkıştırma hayallerindeyim. Onun yollarında pek Ankara göremedim ama keşke gelse de bana uğrasa, o sabah kahvesi keyiflerinin bende de epey bir olduğunu görse, beraber oturup yudumlasak, ne çok isterim.

Günlerden bir gün, ben bu kadar çok şey öğrendiğim Deli Anne'nin bloguma bıraktığı yorumla heyecanlanmıştım. (E ben çömez blogger, tabii ki böyle duayenler benim bloguma girince çok sevinirim.) Ama o gün, daha yeni bisiklete binmeyi öğrendiğim için zaten ayrıca bir havalardayım. Meğer bu yazı, onun içinde bir heves uyandırmış. Oradan buradan haberleştik. Instagram'da yeni bisiklet aldığını görünce de pek sevindim! Derken binmeye de başladığı haberini alınca iyice mutlu oldum. Onun sıcak diliyle bana yazdığı notlara ne diyeceğimi şaşırdım. Kısacık bir yazının on binlerce kilometre uzaktakilere gidebilmesi, benim heyecanımı hissedebilmesi ne güzel bir şey! Uğraşsan, didinsen şurda yanı başındakine sevincini belli edemiyorsun. Mutluluk, sevinç, heyecan hep paylaşanı bilenle güzel. Blogumu da, bir yerlerde böyle insanların olduğu fikriyle ve bu sayede belki bir iletişimim olur diye açtığım günleri çok iyi bilirim. 


Sevgili Mümine, seninle minik bir özgürlük hissini paylaşmak, iletişimde olmak çok güzel. Bunların katlanıp çok daha büyük sevinçleri paylaştığımız günlere dönüşmesini dilerim. Kazasız belasız, güzel günlerde bin bisikletine! :)

Not: Ben yaklaşık 4,5 aydır binemiyorum! Bunu da ayrıca yazmalıyım bir ara! 

12 Haziran 2014 Perşembe

Kitapkurtları, Goodreads'te de Görüşelim!

Bir girince dakikalarca kopamadığım site haline geldi: https://www.goodreads.com/
Ama site de site yani, al koyu kahveni eline, otur başına, ne kadar kitap okuduysan 5 üzerinden not ver.
Okumadığın ve okumak istediğin kitapları da bir liste yap. Tüm okuma alışkanlığın bir düzene girsin. Okuduğun kitaplardan 20 tanesine oy verdiğinde, zevkine uygun tavsiyeler de veriyor. İşi ilerletince, zevkinize uygun gruplara katılıp kitapları tartışabilirsiniz.



Sonra da benim gibi, ufaktan sallar, küçük bir bahse girebilirsiniz: "Bu yıl 20 kitap okurum" dedim. Avrupa vatandaşlarının yılda okuduğu kitap sayısının çok çok altında bir sayı verdim. (Günde ortalama 50 sayfa okuyorlar!) Ben, maalesef hala çok yavaş okuyorum. Çok sevdiğim cümleleri uzuuun uzun sindiriyorum. Biraz ara verirsem, kitaba zor dalıp konsantre oluyorum. Neyse, bu iddia beni körükler artık.


Goodreads üyeleri, beni "kisakahvemolasi" ismiyle aratabilir ve listesine ekleyebilirler. Hesabıma https://www.goodreads.com/user/show/7883279-kisakahvemolasi linkinden de erişilebilir. Hepinizle goodreads'te de görüşmek üzere...

11 Haziran 2014 Çarşamba

Bloglarda da Dilbilgisi Kurallarına Uyalım, Uymayanları Uyaralım :)

Blog yazan herkes gibi elimden geldiğince dilbilgisi kurallarına uymaya çalışıyorum.
Arada maalesef gözden kaçan hatalar oluyor tabii.
Bol bol yazmak, bol bol hata yapmanın ilacı. Her yazdığınız cümlede, "Nasıl yazılır?" diye düşündüğünüz bir şey çıkıyor karşınıza çünkü. Bazen bir sözcüğü yazarken, bazen bir cümledeki özel bir durumda büyük harf-küçük harf kuralını araştırırken öğreniyorsunuz, o güne kadar hiç bilmediğiniz bir kısıt çıkıyor önünüze. Tıpkı kuzenimin tezinde çıkan şu cümle gibi;

-Noktalamasız ve büyük harfe dikkat edilmeden yazıldığında:

"Milliyet gazetesinin haberine göre kültür müsteşarlığına atandı."

1. Düşündük, "Milliyet Gazetesinin" mi, "Milliyet gazetesinin" mi yazılmalı?
Kural ne diyor? 
"Özel ada dahil olmayan gazete ve dergi adları büyük harfle başlamaz.
Örnekler:
*Dün Hürriyet gazetesinde yayımlanan köşe yazısını okudun mu?
*Kanun Resmi Gazete'de yayımlandı.
*Dergah dergisinde yayımlanan Kırık Aynalar adlı öyküyü okuduktan sonra öyküyü sever oldum."

Bizim cümlede de "Milliyet gazetesinin" olması gerektiğini öğrendik.

2. Düşündük, "Kültür Müsteşarlığı'na" mı, "kültür müsteşarlığına" mı "kültür müsteşarlığı'na" mı? Hangisi??
Kural şöyle diyor: Kurum olursa büyük, kavram olursa küçük harf kullanılır.
Kavram olduğu için yine küçük harf kullandık. Küçük harfle yazılan cümlede de özel bir isim olmadığına göre kesme işareti kullanmadık.

Sizin karşınıza da böyle kafa karıştıran dilbilgisi kuralları çıkıyor mu? 

Dilbilgisi kurallarını bilmeden yapılan dövmelerin acı sonu...

Yazıma, çoğunuzu sinir ettiğini bildiğim ve (tabii benim de sinir olduğum :) ) çok yapılan iki dilbilgisi kuralını eklemeyi borç bilirim. Bu hatalar çok olunca, sizin gibi ben de okuduğum şeyden kopuyorum...

1. "Dahi" anlamına gelen de / da bağlacı ayrı yazılır. (1 kişinin işine yarasa yeter bana...)
Ayşe de geldi, Ahmet de.
* "Dahi" anlamına gelen de / da bağlacı te/ ta'ya dönüşmez. (Lütfen dönüşmesin....)
YANLIŞ: Gidip te gelememek var. 
DOĞRU: Gidip de gelememek var.
* "Ya da" sözcüğü ayrı yazılır.
Ya Ayşe gelecek ya da Ahmet.



2. Yalnızca özel adlara ve sayılara gelen çekim ekleri kesme işareti ile ayrılır.
DOĞRU: TBMM'nin, Marmara Denizi'nin, Türk'üm...
YANLIŞ: mobilyalar'ın, çeyiz'im...

Sizi de okuduğunuzda rahatsız eden dilbilgisi hataları var mı?

16 Nisan 2014 Çarşamba

Orda Bir Ülke Var Uzakta, Buz Gibi Bir Ülke...


Bizim evde; seyahat kanalı, seyahat dergisi, seyahat kitabı veya seyahat blogunun açık olmadığı bir an bulmak imkansız gibi bir şeydir. Seyyah ruhumuz, her şehre merak duyar, her ülkeye her an gitmeye heves eder durur. Bu yüzden de araştırmaların notları her daim tutulur. Yani bir ülkeye giderayak hazırlanmayız pek, genelde çok önceden aklımızın ucunda gideceğimiz yerde "muhakkak" yapacaklarımız yazılıdır.

Yeni Merak: Yakutsk!

Haftasonu çok güzel bir Yakutistan belgeseline denk geldim. Doğrusu bir kaç gün için, kendimi bu ülkede hayal etmek bile heyecan verdi. Yakutistan, dünyanın en soğuk ülkesi! Bahsedilen dereceler -50'ler! Hal böyle olunca, sağlık, doğumlar, yaşam stilleri, bilim her şey soğuğa göre şekillenmiş.


Polis geceleri sokakta biri kalmış mı diye sürekli devriye geziyor ve bu şekilde yüzlerce insanın hayatı kurtuluyor. İnsanlar hayvan kürklerini giyiyorlar, kafalarına da yine kürkten kalpaklar takıyorlar. Başınıza gelebilecek en kötü şeylerden birisi, kalpağınızın çalınması! İnsanların -50 derecelerde kalpaksız kafaları donuyor. Polis kayıtlarında bu, çok rastlanan cinayet şekillerinden biri...


Hastaneler daha çok soğuk yanığı, soğuktan düşen/kesilen uzuvlar konularında çalışıyorlar. Odalarda bir çok, organını kaybetmiş hasta, "soğuk üzerine gelişmiş" tıp biliminden çare bekliyor... Uzun süren kışın ortasında doğan bebekler aylarca temiz hava soluyamıyorlar. Küresel ısınmayı araştıran bilimadamları ülkede ikiye bölünmüş; bir kısmı küresel ısınmanın başladığını düşünerek çalışmalar yaparken, bir kısmı küresel ısınmanın bir Amerikan masalı olduğunu ve ısınma/soğuma döngüsünün Dünya'nın oluştuğu günden beri devam ettiğini, insan etkisiyle doğanın bu tip dengelerinin değişmeyeceğini iddia ediyor.


Bu derece soğuk bir ülkede günlük bir hayat kurulmuş ve düzen yüzyıllardır devam ediyor. Çünkü ülkede elmas yatakları var ve insanları zamanında Rusya'daki maaşlarının 3-4 katı tekliflerle bu işte çalışmak üzere çağırmışlar.


Belgeseli Digiturk 117'de World Travel Channel'daki "Extreme Cities" programında izledim. Çok ilginçti, tekrar yakalarsanız izlemenizi tavsiye ederim... Ve umarım, bizim de bir gün yolumuz düşer!