22 Şubat 2012 Çarşamba

Wat Chalong - Phuket'te bir Tapınak

Maymun şovu izledikten sonra, satın aldığımız tur programına göre sırada Wat (Tay dilinde tapınak) Chalong var. Biz de ilk kez bir tapınağa gideceğimiz için oldukça merak ediyoruz. Yüzümüzdeki merakı farkeden Müslüman rehberimiz uyarıyor:
- Yalnızca bakıp çıkın, sakın dua edeyim demeyin! Biz asla putlara dua etmeyiz!
Şu ana kadarki anlattıklarından, İslam'a bakış açısını iyice anladığımız bu adam (bir kaç kez evlenmesi mesela) şimdi kalkmış bize din öğretiyor! Rehberin hayata ve dine bakışı, şimdi de küçük çocuğa öğretir gibi yaptığı mantıksız uyarısı, gezinin bu bölümünde de beni deli etmeye devam ediyor. Rehber bizi yarım saat sonra bıraktığı yerden almak üzere gidiyor. Haydi güle güle!

Biz de alışık olmadığımız, belgesellerde, dergilerde gördüğümüz bu mimariyi dikkatle inceliyoruz. Dini bir yerin bu kadar renkli olması, yapıların, bahçenin son derece bakımlı olması ilgimizi çekiyor.
Tapınağın küçük bölümüne giriyorum. Sıcaktan eriyorum.
Budaların ortasındayım. Önümde küçük bir yatan Buda...

Tapınağın nilüferlerle dolu bahçesi. Müthiş değil mi?
Manzaraya karşı bir fotoğraf için 200 dereceye getirilmiş bir fırına giriyorum :) Üstelik ayaklarım çıplakken o aşırı ısınmış taşlara basa basa...
Bahçe o kadar güzeldi ki...
Solda dua edilirken. Sağda yeni yiyecekler sunulurken.
Nereye doğru ilerliyorum?
Tüm tapınaklarda aynı şey var: Altın rengi alüminyum folyoya benzer bir malzemeyle Buda'ları kaplıyorsunuz. Folyolar benim önümde görünen kaplarda duruyor. Fotoğrafta ben de bir deneme yapıyorum.

Bahçede bir fil figürüyle. Fotoğrafın sol kısmında da bir çok fil var. Fil Tayland'da çok önemli, bolluğu temsil ediyor. Ayrıca uğur getirdiğine inanılıyor.
Bu da içeride çektiğimiz bir video... Gördüğünüz gibi ben incelemedeyim :)

Phuket - Kaju Fıstığı Fabrikası

Tayland anavatanı olmasa da, Kaju fıstığı Phuket'te de yetişiyor. İnternette en çok Hindistan'da yetiştiğini okudum, bunun yanı sıra Afrika'nın batı kıyısı ile Brezilya ve Portekiz de en çok kaju yetiştirilen ülkeler arasındaymış. Biz de katıldığımız tur programı içinde bir kaju fıstığı fabrikasına gidip bol bol farklı sosla yapılmış kaju tattık ve fıstıkların nasıl işlendiğini izledik. Fabrikadan bir kaç çeşit alıp Türkiye'ye de getirmiştik ama, tabii hemen bitirdik :)

Her bir kaju elmasından 1 tane fıstık çıkıyor, bu da kajuyu pahalı yapan etkenlerden biri. Üretimin tamamı aşağıdaki videoda izleyeceğiniz gibi elle yapılıyor. Belki çok titiz kişiler bundan sonra kaju fıstığını yıkamadan yiyemeyecekler :)

Kaju fıstığının bağışıklık sistemini güçlendirdiği, bayanlarda adet dönemi gerginliğini azalttığı, demir, çinko, bakır, magnezyum, fosfor ve selenyum içerdiği, kemik, kas ve sinirleri kuvvetlendirdiği internette yazılanlar arasında. İçerdiği yüksek miktardaki yağ, vücudumuz için sağlıklı olan kalp dostu bir yağ. Ben kajuyu çok sevdiğim için tüm yazdıklarımın doğru olmasını isterim :) 35 gramının 200 kalori olmasını istemem :)


17 Şubat 2012 Cuma

Ben de Blogger'ım, Benim Neyim Eksik?

Japonya'dan bildiren Türk Blogger'ı Serrose'nin yazısından esinlendim. O, bir çok blogger'ın bloglarına koyduğu cupcake, Paris ve macaron fotoğraflarını bloguna koymuş ve http://yolunneresindeyim.blogspot.com/2011/11/ben-de-bir-bloggerm-tamam-m.html linkteki eğlenceli yazıyı yazmış.

E ben de, çiçeği burnunda olsam da, bir blogger'ım.
Ben de özeniyorum... Benim blogumda da olsun istiyorum.
Benim de bloguma koymadığım için, "acaba bende mi bir tuhaflık var?" diye düşündüğüm şeyler var :)
İşte benim ilk 3'üm:

1.) Bugün ne giydim fotoğrafları:
Gerçekten çok güzel giyinenler, böylece insanlara da giyim konusunda güzel fikirler verenler var.
Bazıları da, hangi nedenle giyim tarzını beğenip, bir de fotoğraflayıp bloga koyma zahmetine katlanıyor anlamıyorum.
Benim blogum bu tarz değil diye kıskanıyorum galibaaa :) Oh nooo...

Bugün ne giydim?

2.) Nutella'ya bayılıyorum fotoğrafları
Olsa yerim biraz. Ama çocukken yediğim tüpte çikolata veya kaptan minik kaşıkla yediklerim kadar ölüp bitmiyorum. Ama ben de bir blogger'ım, benim de nutella fotosu koymaya hakkım var değil mi?

Nutella
3.) Son zamanların favori hobisi: Şeker hamuruyla yapılmış pasta fotoğrafları
Hakkaten çok güzel şeyler yapıyorlar. Sanat olmuş bu iş. Hayatını bu işten kazananlar var, bir meslek. Ama benim doğumgünümde her zaman beyaz ve karışık meyveli pasta olsun. Hele hafif olursa en büyük boyu yarım saat içinde bitireceğimin sözünü veriyorum. Çünkü şeker hamuruyla yapılmış bir pastayı yiyemem, kesemem, kıyamam ben ona...

Şeker Hamuru Pasta

15 Şubat 2012 Çarşamba

Phuket'te Maymun Şov

Phuket yazılarına uzunca bir ara verdikten sonra bugün kaldığım yerden devam ediyorum.
Son yazı için: http://kisakahvemolasi.blogspot.com/2012/01/phukette-fil-safarisi.html

Müslüman rehberimizi hatırlayacaksınız, yola onunla ve onun Budist şoförüyle devam ediyoruz. Rehberimizin İngilizcesini anlayabilmek gerçekten zor, buna rağmen sürekli konuşuyor. 15 yaşındaki oğlunun 3. karısını aldığını anlatıyor. Kendisinin sadece 2 karısı varmış, oğlu ise en az babası kadar hızlı çıkmış. Çocukluğunda babasının her sene bir kadın bulduğunu, ama annesinin her seferinde silahı eline alıp diğer kadını defettiğini kahkahalarla anlattı...

Anıları bitmeyen rehberimiz sayesinde yol saatlerce sürmüş gibi gelse de, maymun şovun yapılacağı yere 10 dakikada geldik. Öyle görkemli bir yer ve şov filan değil, bir kaç ağacın altında, bir ailenin tek katlı evi var, onların yakalayıp yetiştirdikleri maymunları görüp, izleyip sevebiliyorsunuz.

Eğitmeniyle birlikte - Şovu da hangisi yapıyor belli değil!
Hepsini tek tek yere atacak...
Köşelerde direksiyonu çevirmeyi bile akıl ediyor!
Kob-Khun-Ka  yapıyor (Teşekkürler yani)
Abisi ve ablası onu Deniz'in kucağına oturtuyor.
Tokalaşmayı öğrenmiş ama umrunda mı? Mesaisi ne zaman bitecek diye bekliyor...
İşte benim kucağımda. Bir gün önce uğradığım maymun saldırısından sonra pek samimiyet gösteremiyorum :)
Bu yazıya ait videolar da var, ama biraz montajla düzeltme yaptıktan sonra ekleyeceğim. Ayrıca, maymun Mr.George'un abisi ve ablası (fotoğraflardaki kişiler, sahibi ve sahibesi) öyle komiklerdi ki, onları mı izleyeyim Mr.George'u mu şaşırdım, videoları izleyince abi ve ablanın şovmen tarafları hoşunuza gidecek :)

Tembelliği Bırakma Yazısı

Tembellik doğada da var:)



Biliyorum,
Bazılarınız gezi yazılarının devamını bekliyor, Phuket'teki maymun şovu yazacağımı söylemiştim. "Orda kaldık" diyenler olunca çok seviniyorum.

Ayrıca daha yeni kitaplarımı da koyacağım bloguma. Çünkü kış günü yapılacak en harika şey, kitap okumak.

"Ankara'da ne yesek?" yazılarına süper restoranlar ekleyeceğim. Bu blogun her zaman en çok okunan yazıları arasında oldular. Ben de araştırmaya devam ediyorum. Şu an elimde bol fotoğraf çektiğim ve çok beğendiğim restoranlar var, bence bu bölümün yeni yazıları göz atmaya değer olacak...

Yazacak çok şey var. Ama bazen yazmaya vaktim olmuyor. Bazense... Bu haftasonu, yapamadığım bazı şeylerin nedenini açıklayamadım  ve "neden yapmadın?" gibi soruları "tembellikten" diye cevapladım. Sonra öğrenci olmayınca tembel olmanın çok da kötü bir şey olmadığını düşündüm. Hah ha! Üstelik ne kadar açıklayıcı ve net bir cevaptı! Hadi, verdiğim cevap üzerine bir cevap daha verin :) Üstelik bu yanıtı, hayatını çalışmaya adamış bir Prof.a verdim, saçını başını yolabilirdi o an, o hale getirdim :)

Bu yazının şarkısı :)

Yalan Dünya'daki Orçun'un hayat felsefesi tembellik
Sonra üzüldüm. Ve karar verdim: tembelliğimi bugün itibariyle üzerimden atıyorum. Yeni yazılarımı yazmaya başlıyorum :) Blogumu izlemeye devam ettiğiniz için teşekkürler...

Not: Japonya'daki Türk Blogger Serrose'ye bayıldım. Bir yazısında, kız blogger'ların, bloglarına koydukları olmazsa olmazları koymuş. Karar verdim ben de bu yazıdan yazacağım. Hatta aynı onun gibi, "Ben de bloggerım benim neyim eksik?" de yazacağım :)





12 Şubat 2012 Pazar

Ben Kimim?

Bu konu nereden açıldıysa açıldı, bir düşüncedir beni aldı.
Bir kaç sene önce bu "title" adımın önüne eklendi: "Fizik Mühendisi".
Hem "fizikçi" hem "mühendis" kelimelerini bir arada bulunduran bu meslek, biraz iddialı ama tuhaf bir noktada duruyor. Peki ben tüm bu sıfatların neresindeyim?

"Fizikçi" olmak bilim adamlığını işaret ediyor, "mühendis" olmak üretimi, faaliyeti, hesabı kitabı.
Üniversitede bir hocamız, mühendis demek "hendese bilen kişi demek, yani matematik ve fizik" diye açıklamıştı. Ben sanırım o an, kelimelerin derinine inmenin ne kadar eğlenceli olduğunu düşündüm daha çok. Peki "hendese" sözcüğü nereden türemişti? Diller nasıl bulunmuştu? Birbirinden farklı yüzlerce dil nasıl oluşmuştu? Kimdi ilk kendine bir işler bulup da "benim bu uğraştığım şey var ya, hendese bu hendese!" diyen :) Kafamda oluşan hikayeler, başroldeki ilk çağ kahramanları, bizim o an oturduğumuz sıralara kadar ilerleyen o kelime, hocanın bazen yükselen sesiyle birleşiyordu. Hemen hayalci bir dalgın öğrenci olduğumu düşünmeyin! Bir bilim insanı da zaten, evrenin kaynağında var olan olayları inceleyip gizemini çözmeye çalışan kişi değil miydi? Üstelik içinde olduğum mevzu fizikti, tam bilimin ortasındaydım! Bir yandan, bir sürü hikaye vardı bu işin içinde, hem de oldukça ilginç!

Bilim adamları olayları nesnel ve tarafsız incelediği gibi kendini de aynı şekilde eleştirebilen kişidir. Sokrates "Araştırılmamış ve eleştirilmemiş bir yaşam yaşanmaya değmez" demiş. Ne kadar da beni anlatıyor! Oldum olası ince elerim sık dokurum, her şeyi didiklerim ama en çok da kendimi ve hayatı! Ne yapmalıyım ve benzeri sorular hep tazedir kafamda. Tek yumurta ikizlerinden birini laboratuvar koşullarında tutup diğerini ışık hızına yakın bir hızda uzaya yolluyorduk kuantum fiziğine başlarken. Ah o iki kardeş! Birbirlerinden nasıl ayrılmışlardı kim bilir! Hangi kalpsiz, hangi vicdansız fizikçinin aklına gelmişti bu deney! Yıllar sonra birbirlerini bulduklarında, "zaman" göreli ilerlemişti üstelik! Dünyada kalan yaşlanırken uzaydan gelen genç kalmıştı! Kafamda bu deneye razı olan ikizlerin muhakkak iki "erkek" kardeş olduğu düşüncesi belirirdi, ayrıca çok da saf olmalıydılar! Biri bomboş uzayda nereye gittiğini bilmezken diğeri bir laboratuvara tıkanıp kalmış ömrünü çürütüyordu. Sanki 1000 kere geleceklerdi bu hayata, bu ne müsrif bir hayat görüşü! Saf mı dedim, belki bilime adanmış hayatlar onlar için bu derece kutsaldı, bir ömrü adayacak kadar...

Günler hatta yıllar ilerliyordu, sabaha kadar ispatlar yapıyorduk, problemler çözüyorduk, az mı türev almıştım, az mı integral bulmuştum! Yüzümüze sürdüğümüz allığın sürtünme kuvvetini düşünürdük, o suratta durabilmek için yer çekimine karşı gösterdiği kuvveti... Veya bir lensin gözde nasıl bir manyetik etkiyle durabildiğini. Ödevler, deneyler, laboratuvar öncesi yeterliliğimizi ispat edebilmek için kara tahta önündeki çırpınışlarımız... Bitmeyecekmiş gibiydi, büyük bir çoğunluk için bu maraton bitemedi de, yarı yoldan dönenler de az değildi. Veya yirmi yıldır tek ders sınavına giren amcalar, teyzeler... Peki benim gibi bitirenleri neler bekliyordu hayatta? Artık bilim adamı mıydık veya hemen şuraya bir boğaz köprüsü kurabilecek miydik? Bizim inşa ettiğimiz köprülerde, aynı anda 1000 asker uygun adım yürürse oluşacak rezonansı göz ardı edebilir miydiniz? Girdiğiniz bir tomografide, başınızdaki fizik mühendisinin, oluşacak radyoaktif kaçağı mükemmel şekilde anlayacağını düşünürken, onun nükleer fizikten 10 kere kalmış biri olup, "hayatın sürükleyerek getirdiği bir noktada" olduğunu düşünmüyorsunuz değil mi? Ben düşünüyorum...

Kıssadan hisse, ben biraz fizikçi, biraz mühendis, biraz hayalperest, biraz edebiyat düşkünü, biraz farklı lezzetler peşinde, biraz gezgin, biraz eğlenceli, biraz düşünceli, biraz meraklı, biraz umursamaz, biraz sıradan, biraz sıra dışı, biraz tangosever, biraz araştırmacı, biraz "ne araştırması!"cı, biraz hayvansever, biraz nostaljik, biraz kayakçı, biraz blogger, biraz güçlü, biraz kırılgan, biraz sorgulayıcı, biraz hikaye anlatmaya bayılan, biraz hikaye dinlemeye doyamayan, biraz teknik, biraz duygusal, biraz kural tanımaz, biraz kuralcı, biraz koleksiyoncu, biraz sadece biriktirici, biraz garantici, biraz neşeli, biraz duygusal bir küçük insanım. Hiç birinden ama hiç birinden "çok" değilim, hep birazım. "Hiç"olduğum şeyler de var, bir ara da onları yazarım. Bana sorarsanız hiç bir zaman, hiç birinden "çok" olduğumu düşünemem, yapım bu. Her zaman her şeyin ve herkesin daha iyisi, daha farklısı, daha değişiği olur sanki veya bazen hepsi görecelidir, zaman gibi...

Keşke hayat, bir anda yükselebilecek kadar çabuk, bir anda iyileşebilecek kadar muhteşem, bir anda eğlenebilecek kadar coşkulu, bir anda cevaplayabilecek kadar kolay, bir anda tanımlanabilecek kadar net olsaydı. Hayat da galiba her şeyden biraz biraz...

10 Şubat 2012 Cuma

90'lar - Teknolojiyle Yaşamaya Henüz Alışmamıştık


En yaygın teknolojik araçlarımızın; tv, teleteks, ev telefonu, faks, tetris veya gameboy'lar olduğu yıllar...
Bulaşık makinalarının ve tam otomatik çamaşır makinalarının yaygınlaşması bile 90'lı yıllarda başladı.
Türkiye'de, Necmettin Erbakan'ın başında olduğu Refah Partisi güç kazanıyor. 93'te Turgut Özal vefat edince, Süleyman Demirel köşke geliyor. Tansu Çiller, İsmet İnönü, Mesut Yılmaz gibi isimler siyasetin içinde, küçük çocukların bile siyasetçilerin tamamını en azından bildiğini düşünebiliriz, az çok herkes taklit yapmıştır.


Bizim hayatımızda neler vardı? İşte o yıllarda sıkça kullandığımız bazı eşyalar:











Benim bir sürü kitabım vardı. Ayşegül serilerin düzenli çıktığını ve kırtasiyeye geldiğini hatırlıyorum, heyecanla beklerdim... İşte heyecanla beklediklerimiz:




Gazete Kuponları!







Tsubasa


Bizimkiler

Büyük değişimler geçirseler de, bir kısmı hala hayatımızın içinde olan şarkıcıların "kaset"lerini alırdık. Kasetten kasete kayıt, kendi sesimizi kaydetme gibi şeyler de en eğlenceli işlerdi...



              
Hiç değişmeyen tek şey: Hakan Peker!






"Bakkal"dan neler alıyorduk?








Aklıma gelenler...



Maalesef mahallelere ayı oynatan adamlar gelirdi...
Solo testte 1 tane bırakmak önemliydi!