29 Aralık 2011 Perşembe

Bir Kitap Yazdım, Başıma Geldi! (?)

Vaaay! Okuyunca işte böyle bir tepki verdiğim bir röportaj, bugünün bendeki konusu...


Masumiyet Müzesi - Orhan Pamuk


Orhan Pamuk'un romanlarından "Masumiyet Müzesi" bugüne kadar alışık olduğumuz tarzda bir aşkı anlatmaz. Roman, eski Türk filmlerinin İstanbul'u tadındadır, 1970'lerin ortalarında, İstanbul sosyetesinin iki genci evlenmek üzeredir. Bu iki genç; benzer aile yapılarındadır, ikisi de yurtdışında okumuştur: Kemal ve Sibel. Sibel'e hediye bir çanta almak isteyen Kemal, bir Nişantaşı butiğinde tezgahtarlık yapan Füsun ile karşılaşır. Füsun aslında Kemal'in uzaktan yoksul bir akrabasıdır. Kemal için hayat, bu butikten sonra öyle yerlere gidecektir ki, okur her noktada ona içinden "Dur artık!" diye bağırır. Kemal için Füsun, hastalıklı bir aşka dönüşür, hayatsa takıntılar silsilesine. Bence bu kitabı okumalısınız, konu gerçekten ilgi çekici, sizi saracak. Bu kitabı tavsiyem üzerine okuyan herkesten, nasıl kitap sohbetleri yaparak kitabı okuduğumuzu anlatan yorumlar bekliyorum :) Nelere aşırı sinirlendik, neleri sanki biz yaşıyormuşuz gibi tepkiler verdik... Bir ara hayatımızın baş köşesinde duran Kemal, Sibel ve Füsun'u gerçekten yaşıyor sananlar, hatta kitap bittiğinde bu kişilerin gerçekte olmadığına inanmayanlar yorum yapsın lütfen :)

Beni sorarsanız, ben kitabın meşhur sahnesi Kemal ve Sibel'in nişanının anlatıldığı yerlere kadar, 1970'lere döndüğümüzü sanıyordum. Kemal değişik adamdı, sanatla ilgilendiği sayfaları yalayıp yuttum. Sibel iyi kızdı, yalıda Kemal'le beraber yaşamaya başladıklarında her şeyin düzelmeyeceği korkusu beni sarmıştı. Füsun dünyanın en sıradan insanıydı, öyle bir insan için, gerçekten Masumiyet Müzesi açılacak olmasına kendi de duysa inanamazdı. 592 sayfa, 3 bin 71 paragraf, 140 bin 366 kelimeden oluşan kitaptı, şansım olsa yeniden okurdum, ama maalesef okumam gereken daha çok kitabım var. Bilseydim konuya giren her nesnenin altını çizerek okurdum, o şansı kaçırdım, Masumiyet Müzesini gezerken kafamı tekrar duvarlara vuracağım. "Paragrafları saydın mı?, kelimeleri saydın mı?" diyenler varsa aranızda, ben saymadım ama bu kitapta daha nelerin sayıldığına inanamayacağınızı söyleyeyim. Orhan Pamuk, aralara "Dikkatli Okuyucu"ya notlar da koymuş, bazen "Ben direk hatırlıyorum, hiç gözden kaçırmadım" diyebilirsiniz, bazen de o kadar ayrıntıyı, mümkün değil, hatırlamaya çalışmazsınız. 


Orhan Pamuk romanları için düşündüğüm bir şey var. Eğer düzenli okursanız, kitapları bir çırpıda bitirirsiniz; eğer okumaya uzun aralıklar verirseniz, kitabı yeniden kütüphanenize koyun ve zamanı gelene kadar kapağını açmayın. Çünkü ara verdiğiniz için hatırlamadığınız ayrıntılar yüzünden kitaba bir daha konsantre olmak çok güçtür, ve kitaplarda bir sürü ayrıntı vardır, aslında hepsi sonradan çok önemli olacaktır. Masumiyet Müzesi, Orhan Pamuk okumaya başlamak için süper bir tercih, ama ara verirseniz bana hak vereceğinizi düşünüyorum.

Kiran Desai - Orhan Pamuk
Ben Masumiyet Müzesini, çıkar çıkmaz aldım, hemen okumaya başladım. O dönemde Orhan Pamuk'un hayatında meşhur Hintli yazar Kiran Desai vardı. İlişkileri benim gözümde enteresandı, iki ülkenin edebiyatını etkileştirecekler miydi? İki yazar bir arada, birbirlerinden hikaye çıkarmaya çalışan iş ortağı gibiydiler, hangisi bu ilişkiyi daha güzel yazacaktı bakalım? Sürekli kapı ardından izlenen ve izleyen iki kişi gibi! Goa plajını meşhur eden, Türkiye'den akın akın sosyetik turist çeken bir kaç kare fotoğraflarıyla tarihteki yerini almış bu ilişki. 

Orhan Pamuk, bu aralar yeni bir ilişkiye başlamış. Bu kez Ermeni asıllı bir Türk, Karolin Fişekçi ile. Karolin Fişekçi kendini hiç bir zaman Ermeni cemaatleriyle ilişkisi olmayan bir "Tatlı su Ermenisi" olarak tanımlamış. Her ikisinin de siyasi taraflarına girmek istemiyorum, ne olursa olsun, her seferinde yeni kitabını zor bekleyen bir Orhan Pamuk okuruyum ve hepimiz, herkesin her yanını takdir etmeyiz veya yanlış bulabiliriz, benim durumum da yaklaşık böyle. Bir tarafta bugüne kadar mükemmel eserler yaratmış ama hiç tanınmamış bir Türk Edebiyatı söz konusu, elbette işin içine kalem kağıt girince düşünceler de giriyor, sonunda da siyaset giriyor. Bugüne kadar tanınmayan yazarlarımız da belki siyasi nedenlerle tanınmadı, Orhan Pamuk'un tanınmasına neden olan asıl neden de siyaset olabilir elbette. Orhan Pamuk, Nobel'i alarak dünyanın her yerinden Türk edebiyatına ilgi çekmişse, ben onun siyasi söylemlerinin yanında bu özelliğinin de görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Hayatını sanata adamış insanlarda biraz çılgınlık, biraz sıradışılık muhakkak olacak, Orhan Pamuk'u da sınırlarda yaşayan bir yazar olarak  görüyorum. Harika kin tutuyoruz, biraz sakinleşip, muhteşem "Türkçe" eserler yazarak edebiyatımızı dünyaya tanıtabilen bu yazarı lehimizde değerlendiremiyoruz...


Karolin Fişekçi
Neyse, Karolin Fişekçi, Orhan Pamuk'un Kemal, kendisinin de Füsun olduğunu söylemiş. Bu iğrenç yanları hiç de az olmayan ilişkide kendini buluyor olmak oldukça ilgimi çekti tabii! Okumaya ve değişik tepkiler vermeye devam ettim :) Kitaplarından tanıdığım bir Orhan Pamuk var (İstanbul-Hatıralar ve Şehir, Babamın Bavulu (Nobel Konuşmasıdır), Öteki Renkler, Manzaradan Parçalar, Saf ve Düşünceli Romancı gibi kitaplarında Orhan Pamuk'u tanıyabiliriz, tabii bu beş kitaba rağmen hala kendine sakladığı yönleri olduğunu yazar...) ve şimdi yanına koymaya çalışırken irdelediğim sevgilisi... 


İlişkilerinin bir yasak aşk olarak başlamış olması, Kemal ve Füsun'un durumuna benziyormuş. Goa'da Kiran Desai ile çekilen fotoğraflar sırasında Orhan Pamuk-Karolin Fişekçi ilişkisi de başlamış. Karolin Fişekçi: " Mart ayıydı fotoğraflar çıktığında. Ama aştık. Fotoğraflara bakınca da sadece iki tane birbirine değmeyen figür gördüm. Benimle sahilde yürüdüğünde o fotoğraflar çok daha samimi olur. Bizim ilişkimizde tutku var." demiş.

Karolin Fişekçi aynı zamanda ressam. Orhan Pamuk'un da hayatında resimin ne kadar önemli yeri olduğunu bilenler vardır. Öyleki yola ressam olmak için çıkıp yazar olmuş. Yazar olduktan sonra ise resimden tamamen kopmuş, yazdığına göre son yıllarda yeniden resim tutkusu artmış. Karolin Fişekçi ile de bir resim sergisinde tanışmışlar.


Bu arada Orhan Pamuk'un yeni kitabının da bir bozacıyla ilgili olduğunu öğreniyoruz. Çünkü Karolin Fişekçi'nin resim sergisi de boza ve sahlepli resimlerden oluşuyormuş, bir resim sergisinde karşılaşıp ortak konularını konuşmuşlar. Ardından bir kaç kez görüşmüşler sonra ilişkileri başlamış. Geçen yazı beraber Büyükada'da geçirmişler...


Orhan Pamuk, Karolin Fişekçi'ye "Kar" diyormuş. Şair Ka'nın "Kar"lı Kars sokaklarında geçen Orhan Pamuk'un siyasi romanı "Kar" dan bir kaç sahne geliyor bu kez gözümün önüne... Bu mevsimde, bir fincan koyu kahveyle çok güzel gidecek bir roman daha size... Konuyu dağıtmamak için bu sahneleri hemen unutmaya karar veriyorum. Karolin Fişekçi "Adımın en güzel kısaltması. Şimdi ben de resimlerime imzamı böyle atıyorum." diyor.


Orhan Pamuk - Karolin Fişekçi
Karolin Fişekçi'nin beraber çekilen fotoğrafları için yorumları şöyle: "Bana ilk sorduğunuzda henüz fotoğrafları görmemiştim ve içeriğini bilemedim. Çünkü dışarıda öpüştüğümüz de olmuştu. Öyle bir poz sandım önce. O nedenle de "Fotoğraf neyi gösteriyorsa odur" dedim. Daha sonra medyanın ilgisi oldu. Açıkçası bu hayatımı olumsuz etkiledi. Kapanmak zorunda kaldım, daha az dışarıya çıkıyorum. Ailem de yaptığım işler yerine ilişkim ile anılmamdan rahatsız. Sanki bu ilişkiden sonra seksi pozlar vermişim gibi algılanmak üzücü. İlişkinin bu şekilde duyulmasından bir çıkarım olamaz, tam tersine bu tip durumlar kadınların hayatını kötü etkiler. O gün soğuk ve yağmurlu bir gündü. Alışveriş merkezinin içinde buluşalım dedik. Ben bir parfüm alacaktım ama onun hoşuna gideni seçmek istiyordum. O sırada çekilmiş. Hatta aramızda "Ben takip ediliyorum" falan diyerek gülüşüyorduk. Meğer gerçekmiş.". İfadeler, sanki bir Orhan Pmuk romanı karakterinin ağzından çıkmış gibi, acaba her şey gerçek mi, yoksa Orhan Pamuk'un yarattığı yeni bir hikaye mi diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bu parfüm olayı, abartılmış tutku cümleleri nedense bana biraz sahte geliyor...


İşte benim en sevdiğim magazin haberi tipi! Gerçekten hayatını merak ettiğim insanlarla ilgili haberler bulmak zor oluyor tabii, dolayısıyla saçma sapan magazin haberleriyle de vakit geçirdiğim oluyor :) Bu yazım da magazinle ilgili olsun, "Ben magazin izlemem, belgesel tercih ediyorum" diyenlere hitap etmesin. Hepimizin içgüdüsel bir magazinsever olduğunu düşünüyorum :) İş dünyasında bile, magazin olmadan olmuyor biliyor musunuz? CEO'ların özel hayatları ne kadar merak ediliyorsa, her söyleşide kendi hayatlarından bir şeyler katmazlarsa, ilgi çekici olamıyorlar. Siz belgeselseverler, günümüzün gerçeğinden uzak kalmayın, biraz daha eğlenceli olun ve magazini küçümsemeyin :)

26 Aralık 2011 Pazartesi

Bir Tarafta Ödül, Bir Tarafta Ceza

Yaşar Kemal - Legion d'Honneur Grand Officier
Bugünlerde Paris'te Ermeni Soykırımıyla ilgili yeni tasarı tartışılıyor. Ne tuhafki, aynı günlerde Fransa, müthiş yazarımız Yaşar Kemal'i en üst düzey nişanla ödüllendiriyor.

17 Aralık günü sağa sola bakındım, Yaşar Kemal'e İstanbul'daki Fransız Sarayında verilecek Legion d'Honneur Grand Officier (en üst düzey Fransız nişanı, 1804 yılında Fransız İmparatoru Napoléon Bonaparte'ın imzalandığı bir kanun ile oluşturulmuş bir madalyadır. Kişinin doğuştan sahip olduğu ayrıcalıkları değil, erdemlerinin takdir edilmesi anlayışını içeren güçlü bir simgedir.) nişanı hakkında haber var mı diye. Hiç bir gazetede "flash" bir şey göremedim. Haberler 2gün sonraya, Pazartesi gününe kalmış sanırım, o da ana başlık olarak değil. Köşe yazarlarını okumayı tercih edenler görmüşlerdir.

Törene çok fazla isim katılmış. Bunlar arasında, elbette Yaşar Kemal'in çok yakın dostu Zülfü Livaneli, Türkan Şoray, Mehmet Barlas, Mehmet Ali Birand,  Prof. Dr. İlber Ortaylı, Ertuğrul Özkök, Doğan Hızlan, Sedat Ergin, Tufan Türenç, İsmet Berkan, İhsan Yılmaz, Hasan Cemal, Derya Sazak, Oral Çalışlar, Yavuz Baydar bulunuyor. Çoğu Cumhuriyet gazetesi kökenli gazetecilerin, hemen hemen hepsi konuyla ilgili köşe yazılarını yazdılar. Cumhuriyet gazetesi, Yaşar Kemal'in başlangıç noktası. Adana'da "yetenekli bir genç" iken, Abidin Dino tarafından keşfediliyor ve Abidin Dino yakın arkadaşı Nadir Nadi'yle bağlantı kurarak onu hepimizin tanımasını sağlıyor.

Bu nişanı daha önce alan başka Türkler de var : Ulu Önder Atatürk, Prof.Dr. Ethem Tolga, İnan Kıraç, Murat Karayalçın, İhsan Doğramacı, Hicri Fişek, Güler Sabancı, Ercüment Ekrem Talu, Gökşin Sipahioğlu...
Ertuğrul Özkök, aynı mahalleden olmadığını söylediği Mehmet Barlas'la gecedeki karşılaşmalarını yazmış, birbirlerine cep telefonlarından torunlarının resimlerini göstermişler, benzer duygular, belli ki onları aynı mahallede hissettirmiş; http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19503134.asp .
Zülfü Livaneli, Yaşar Kemal'in büyük dostudur, bir çok anıları vardır, ben de meraklıyımdır yazarların hayatlarına, yazısında yine bunlardan birini yazmış: http://haber.gazetevatan.com/kelimelerin-komutani/418767/4/Yazarlar/5 .

Yaşar Kemal'in sanatla bağı bana kalırsa çok ama çok derin. Kesinlikle yapaylığın, suniliğin geçmediği bir yerlerde Yaşar Kemal. Sadece bir kitabını okursanız kolaylıkla içinize işleyecek ilk duygu budur. Gösterişten uzak, karakterli cümleler kurar. Romandan hoşlanmayan, üstelik bunu bir gurur madalyası gibi göğsünde taşıyan herkese dileğim, Fransa'nın Yaşar Kemal'in göğsüne taktığı nişanın, kendilerinde bir nebze olsun merak uyandırması. Yaşar Kemal, bizim topraklarımızdan çıkan hikayelerle, bizim milletimizin karakterleriyle, Avrupa'da büyük ilgi topluyor, o ilgiyi Türkiye'ye çekmeyi başarıyor. Umarım tepkiler, edebiyat alanında aldığımız tüm ödüllere duyulan büyük nefretlerin verdiği hislerle olmaz.

NOT: Ödül alırken Yaşar Kemal'i izlemenizi öneririm: http://webtv.hurriyet.com.tr/2/25807/0/1/yasar-kemal-e-fransa-dan-buyuk-subay-nisani.aspx

14 Aralık 2011 Çarşamba

Kısa Kahve Molalarının Faydaları :)

christina aguilera
Hülya Avşar
Kate Moss
Victoria Beckham

Misha Barton

Sharon Stone
Yine bir Okan Bayülgen programı; Salı gecelerinin Muhallebi Kralı, yine Kısa Kahve Molası blogcusu, uykuya dalmak üzere ekran karşısındaydı :) Konu da hepimizin ilgisini çeken, son yılların asla gündemden düşmeyen konularından biri; Selülitti!

En pahallı kremleri alıp selülitlerine uygulayanlar, en meşhur güzellik merkezlerine gidip lenf drenajlara, selülit masajlarına gidenler aradılar; sonuç sıfırmış! Program konuğu olan ünlü estetisyenler, doktorlar, beslenme uzmanları da bu söylenenleri yalanlamadı. Selülitin kesin bir çaresi tam olarak hala bulunamamış!

Ama selüliti engelleyen ve kesin olarak azaltan bir takım şeyler bulunuyormuş. Bunların en başında da "düzenli kahve içmek" varmış ve bu bilgi tüm program konuklarınca onaylandı. Ben de herkese söyleyip kimseyi inandıramadığım bu bilgiyi "resmen" duyunca, düzenli bir kahve içicisi olarak çok çok mutlu oldum! Hem de tıbbi olarak gözlenen o ki, günde 4 ila 6 bardak kahve selüliti engelliyormuş. Yani 1-2 bardak bile yeterli değil. Bu güzel haberi, Kısa Kahve Molası olarak, bir de buradan tüm kahve severlere duyurmaktan kıvanç duyarız :) Önemli bir not, içeceğiniz kahve asla instant kahvelerden olmamalı, yararlı kahveler çekirdek kahveler ve türk kahvesi...

Selüliti engelleyen diğer şeyler düzenli masaj ve spor olarak belirtildi. Çünkü selülitin oluşma nedeni şuymuş: Kalp, kanı atar damarlardan pompalıyor ancak toplar damarların bu pompalamayı dengeleyecek bir geri çekme kabiliyeti bulunmuyor. Dolayısıyla kan, bacaklarda birikiyor. Bacaklarda biriken kan, selülite neden oluyormuş. Aşağıdan yukarıya kanın geri pompalanmasını sağlayacak en iyi şeyler de masaj ve spor. Kahve de dolaşım sistemini harekete geçiren bir madde.

Kahvenin tek yararı bu mu peki? Hayır tabii ki!

- Parkinson, diyabet, pankreas ve meme kanserlerine karşı koruyucudur. Neden, çünkü kahve antioksidan içerir!
- Ne zaman başım ağrısa hemen kahve içerim, ya azalır ya geçer. Sonunda araştırdım ve şu sonuca ulaştım: Aldığınız bir ağrı kesicinin ardından içtiğiniz kahve, ağrı kesicinin etkisini %40 arttırır! Ayrıca sadece bu da değil, ağrı kesicilerin içinde de kahvenin içeriğinde bulunan bazı maddeler bulunurmuş.
- Konsantrasyonu arttırıyor. Öyle ki okul çocuklarının sabah sütlerine az miktarda kahve koyulmuş ve sabah derslerinde normalden daha başarılı oldukları kanıtlanmış!
- Günde 4 bardak kahve tüketen kadınların %25 oranında daha az safra taşı sorunuyla karşılaştığı da kanıtlanmış. Bakın, yine 1-2 bardak değil, 4 bardak!
- Günde 3 bardak kahve tüketen astım hastaları da son derece iyi sonuçlar alıyormuş, çünkü kahvenin nefes açıcı özelliği de var. Her parfümeride, kokladığınız kokuların ardından size kahve koklatmalarının sebebi bu işte! Günde 3 bardak kahve, astım geçirme riskinizi %28 azaltıyor...


Benden size öneri, her gün kısa kahve molaları verin, bu molalardan birinde de mutlaka blogumu ziyaret edin!

Keanu Reeves Metroya Binerse...

Keanu Reeves metroda
Ünlü yıldız Keanu Reeves metroya binmiş, üstelik bir bayana yer vermiş. Bu bizde olmaz. Niye olup olmayacağı tartışmaları basında süreduruyor. Sanki bizde bir bu olmuyormuş gibi... Güney Şili'de hayatı öğrenmeye giden Prens William da tuvalet temizlemişti. Biz başka bir kültürden geliyoruz, bunlar bizde kolay kolay görülmez. Bizde el, sıcak sudan soğuk suya değmeyecek.


Halid Ziya Uşaklıgil, Sultan Mehmet Reşad'ın kızıyla evlenen Enver Paşa ile dalga geçermiş: "Onu da çocukluğunda, benim oğlum paşa olacak, benim oğlum sultan olacak diye büyütmüşler" ... Aradan geçti 100 yıl, buralarda çocuklar farklı mı büyüyor? Bizim çocuklarımız hala sultan, hala paşa. Eskiden bunlar, daha ziyade aile içinde konuşulurken; uzun yıllardır, çevrenizde, herkesin ortasında övünürken gocunan kaç kişi tanıyorsunuz?


Dünyaca ünlü bir Hollywood yıldızı, Hugh Grant, gazetelerde okumuşsunuzdur belki, bu yıl Mart ayında bir gün nefes darlığı yaşıyor. Meşgul etmemek için ambulansı aramıyor, hastaneye gidince de kendisine sıra gelmesi için 4 saat kuyrukta bekliyor. Bırakın Türkiye için uçuk paralar kazanan ünlü oyuncularımızı, hangi orta halli vatandaşımız bu kadar duyarlı, bu kadar birbirine saygılı? Ya da şöyle anlatayım, bizde şöylesi normaldir: İnşaat sektörünün ünlü ismi Ali Ağaoğlu, Doğuş Otomotiv’in Türkiye’ye 5.1 milyon TL fiyatla sipariş üzerine getirdiği 1001 beygirlik Bugatti Veyron’u kızdığı için almadığını belirterek, “Aracı test edecektim. Gittim bakmaya, ki ben bakmaya gidince muhakkak alırım, araç yok ortada. Başka biri almış teste ve randevu saatine getirmemiş. Ben de sinirlendim ve vazgeçtim” dedi. 


Prens William Şili'de tuvalet temizliyor
Banu Alkan, katıldığı bir programda, çok akıllı olduğu için çok para kazandığını ve en iyi şekilde yaşadığını söylemişti. Asgari ücreti kendisine hatırlatan bir vatandaşa da "sen de akıllı olsaydın sen de benim gibi yaşasaydın" tarzında bir yanıt vermişti. Burada olayın irdelenmesi, haklılık-haksızlık veya bahsettiğim kişinin nasıl biri olduğu bir yana, sürekli ekran önündeki kişilerin halktan bu kadar kopuk olabilmesi, bu kadar pervasızca konuşabilmesi bile başlı başına tuhaf değil mi sizce de?


Elbette bunların çoğu, çok uç örnekler. Ne tüm yabancı ünlüler harika, ne bizim ünlülerin tamamı feci. Ama 10 dakika düşündüğümde aklıma gelen bir kaç örnek, genelleme yapmamı engelleyemiyor :)

11 Aralık 2011 Pazar

Diziler, Filmler, Tiyatro Oyunları...

G.O.R.A
 - Geçen gece, Okan Bayülgen'in programında UFO konusu işleniyordu. 1972'den beri Aya gidilmemiş. Neden biliyor musunuz? Çünkü 1972'de giden astronot, Ay'da köprü, yol gibi bir takım yapılarla karşılaşıp paldır küldür geri dönmüş :) Cem Yılmaz bilse, GORA'da işlemez miydi bu durumu sizce de? 
İsabella Fortuna
 
- Fethullah Gülen de "Muhteşem Yüzyıl" dizisini eleştirmiş. Kanuni'nin çok önemli savaşlar kazandığını ancak dizinin, onu sanki haremden çıkmayan bir padişahmış gibi göstermesini yanlış buluyormuş. Sabah gazetesinden Mevlüt Tezel bu hafta yazılarından birinde, Fethullah Gülen'in eleştirisinden yola çıkarak dizinin bitmesini istemiş. Zaten dizi başlamadan eleştirileri başlamıştı, yani bu tartışmalar belli ki ne ilk ne de son. Her zaman tarihimizle övünür, Hollywood filmlerinden daha iyilerinin çekilmesi gerektiğini söyleriz. Birileri bu işlere girişince de en ağır eleştirileri yapmaktan geri durmayız. Ben diziyi bir çok konuda başarılı ve çok çalışılmış bir iş olarak görüyorum. Ama her bölüme konu katmak, ortalığı hareketlendirmek için tarihi bir takım olayların değiştirildiği söyleniyor. Mesela dizide şu aralar İsabella Fortuna (1451-1504) konusu işleniyor, ancak Prenses İsabella, Kanuni döneminde (1494-1566) dahi yaşamamış. Ben dizinin ilgi çekici olması açısından, harem ağırlıklı olmasına karşı değilim ancak bu tarihi farklılıklar da insanın izleme isteğini kaçırıyor... 
Muhteşem Yüzyıl

  
- Hayatımda gittiğim en değişik konulu ve eğlenceli tiyatrolardan biri, Alevli Günler! Cem Davran, Levent Üzümcü, Erkan Can, Bahtiyar Engin ve Tuğçe Kıltaç beraber oynuyor. Türkiye'de Tengrizm'e inanan bir Şaman ölürse ne olur? Çünkü Şaman öldükten sonra gömülmek değil, yakılmak istiyor. Bu yüzden Türkiye'de karşılaştığı bürokratik engeller, ona yardım etmeye çalışan mahalle arkadaşları.. Derken vaktin nasıl geçtiğini bile anlamıyorsunuz... Ben oyunu geçen sene izlemiştim, bu sene sanırım sağlık sorunları nedeniyle Levent Üzümcü kadrodan ayrılmış. Yine de izlemesi çok zevkliydi, kesinlikle öneririm.

Alevli Günler


6 Aralık 2011 Salı

Kasım da Bitti, İlk Aralık Yazısı...

Bu yazı blogun bugüne kadarki gelişimini değerlendirme yazısıdır :) Blogum için hep fikirlerim var, her an kafamda bir yazının cümleleri dolanıyor. Maalesef zaman konusunda kendimi hala bir disipline sokamadım. Bazı teknik sorunlarım da devam ediyor, bunun size yansıyan en büyük örneği yayından hala kaldırmadığım anket. Umarım yakın zamanda bunları çözebilirim.

Bugüne kadar, açık ara en çok okunan yazım Emine Uşaklıgil ile ilgili olandı, okumak için: http://kisakahvemolasi.blogspot.com/2011/10/emine-usaklgil-cumhuriyet-gazetesi-ve.html
Benim gündemimde de bu konu kapanmadı. Hala Emine Uşaklıgil'in "Benim Cumhuriyetim" adlı kitabını okuyorum. Kitap sürükleyici ve çok açık bir dille yazılmasına karşın, bugüne kadar hiç bilmediğim tarihi notlar beni uzun süre aynı noktada duraklatıyor. Bazen on satır okuyup düşüncelere dalmama veya araştırma yapmama vesile oluyor. Atatürk'ten son dönem padişahlarına, Türkiye'de basın hareketlerinin nasıl başladığından ve siyasilerle basın arasındaki ilişkilerin nasıl gittiğine kadar inanılmaz ayrıntılar var. Bir kaçını burada sizlerle paylaşmayı istiyorum ama bu kez kitabın bitmesini bekleyebilirim. Bu şimdiden, çok vakit alacak gibi görünse de, Emine Uşaklıgil hakkındaki görüşlerim de en azından daha belirgin bir hal alacaktır. Bir de, bu yazı sayesinde, google'da ne kadar çok Hanzade Sultan araması yapılıyor, onu farkettim.

Çok az yazabildiğim "Ankara'da Ne Yesek?" başlıklı tüm yazılar, her hafta mutlaka en çok okunan yazılarım arasına girmiş. Aslında vakit bulabilsem, bu başlık üzerine daha fazla yazı koyabileceğim. Daha fazla fotoğraflı daha fazla yemek yazısı blogumda mutlaka olacak.

Röportajlar; en çok okunan üçüncü başlık. Bu başlık beni öyle heyecanlandırıyor ki anlatamam. Çok çalışma gerektiren bir kaç röportajla karşı karşıya olduğum için "Yakında" tanıtımları atamıyorum. Ama içimden, kendi kendime ne tanıtım cümleleri geçiriyorum bir bilseniz :) Neyse, bu konuda çalışmalar devam etmektedir yani, hem de sıkı, bilesiniz :) Sürpriz ama.

Prag'dan canlı yayın yazdıklarım, özellikle aynı dönemde oldukça ilgi çekti. Uzun süre tatil yok, dolayısıyla uzun süre canlı canlı şehir yazıları da yok :) Ama vakit buldukça, eski gezilerden bol fotoğraflı yazılar hazırlamayı istiyorum. 

Blogum Türkiye'den sonra, sırasıyla en çok şu ülkelerde takip ediliyor: Almanya, Rusya, Çek Cumhuriyeti (bu canlı Prag yazılarından dolayı biraz da), ve ABD. Burada, çalışma masamda yazdığım kısacık yazılarla başka ülkelere ulaşabilmek harika bir duygu...

Çok uzun süre ara verdiğimi söyleyen herkese, blogumu takip ettikleri için teşekkür ederim... Bu yılın son ayında, ilginizi çekmesini umduğum konularla, yine burada buluşalım...

18 Kasım 2011 Cuma

Bangkok'ta Tango: Yasemin Kokusuyla, Geçmişin Dokusuyla...

Artık diyebilirimki, tango benim için çoook eski bir hobi. "Çok eski" yazmaya bir türlü elim gitmese de, hayat koşuşturması içinde kabul etmeliyimki, bu böyle oldu. Oysa dans ettiğim yıllarda, "10 yıldır hiç tango yapmadım, o yüzden epey geriledim" diyen insanları bile anlayamazdım. Bu derece coşkuyla yapılan bir dans nasıl bırakılır, hem insan bıraksa bile aynı yerden başlar; bu araba sürmek, yüzme bilmek gibi bir şey değil mi diye düşünürdüm. Bu düşünceler, anladığınız gibi, tarih oldu.

Bugün Türkiye'de tangoya başlamak isterseniz adım başı bir stüdyo bulabilirsiniz. Her yerde tango geceleri (milonga denir) yapılır. Karşılaştığınız her 3 kişiden biri, en azından bir kere tango dersine gitmiştir. Ben öğrenmeye başladığımda -10 sene önce- aylarca dansa benzer hiç bir şey yapmamıştık, derslerde tangoyla ilgili yapılan sohbetler bile başlı başına değerliydi. Her dersin etkisinden çıkabilmek için, en az 1gün tanırdım kendime. Bir-iki sene önce, stüdyolardan birine gittiğimde bu işin ÖSS hazırlık kurslarına döndüğünü ve hiç keyfinin kalmadığını gördüm. Hızla hareket öğretilir, siz o hareketi denemeye çalışırken, hareketin adı bile anlaşılmadaaan hemen yeni harekete geçilir. İnsanlar arasında iletişimin en yüksek olması gereken yerde, sohbet bile kalmamış, önemli olan bir derste kaç hareket öğretildiği... "Sen yaptın, öbürü yapamadı, neyse yeni hareket gelsin.. Haydi, bunu milongada soracağım..." gibi gördüğüm bir durum söz konusuydu...

Olsun, ben tangoyu, benim aklımdaki, o 10 sene önceki, beynime sihirli bir şeymiş gibi  işlemiş haliyle, hala seviyorum...

7ay önce, Bangkok'ta bir gece, kaldığımız otelde tango çaldığını duydum. Deniz'le, ses ne taraftan geliyorsa, orada bir kahve içebiliriz diye düşündük. Hemen kulak kesilip, sese doğru ilerlerken bir tango posteri gördüm ve o tarafa doğru devam ettik. Ne kadar da net bir ses, acaba canlı mı diye de düşünmeye başladım. Ses giderek artarken kaynağı sonunda bulduk. Karanlık bir salonun içerisinde 15-20 dansçı vardı, evet evet, bir milongayla karşılaştık!

Ama benim yanımda ayakkabılarım yoktu. Zaten herkesin çok şık olduğu bir ortamdı. Bizi görseniz, bütün gün Bangkok sokaklarında canımız çıkmış bir vaziyetteyiz. Yine de kenardan kenardan, dansları izlemekten kendimi alamıyordum... Sonunda ayakta izlemekten vazgeçip, içim buruk, odaya çıkmaya karar verdim.

O anda arkadan biri bize sesleniyordu, yakalandık! Çok kibar bir bey ve bir bayan, "Siz tangocu musunuz?" diye yanımıza geldiler. "Evet ama çok eskidendi" dedim. Ve hemen o anda, tüm Bangkoklu tangocular bizi bir aile gibi sardılar!

Bangkok'taki tangocuların çoğu Fransızdı veya başka milletlerdendi. Dolayısıyla içeride İngilizce konuşuluyordu. Bizim Türk olduğumuzu duyunca inanılmaz sevindiler. Çünkü tango konusunda Türkiye'nin adını sıkça duyuyorlardı, inanılmaz güzel organizasyonlarımız olduğundan bahsettiler. Mutlaka katılacaklardı. Türkçe tangolara bayılıyorlardı. Bangkok'ta, Türkiye'nin tersine, tango yapan bir avuç insan vardı.

Sonra da, bizim için süpriz bir müzik çalmaya başladılar: http://www.dailymotion.com/video/x9k30b_sezen-aksu-o-sensin_music Çok çok sevdikleri ve her milongada çaldıklarını söyledikleri bu şarkıda Camille beni dansa kaldırdı. Ayağımda spor ayakkabı vardı ya hani, benim de o an, o spor ayakkabılar, işte bu kadar umrumdaydı :) Ayağım yere yapışa yapışa dansetmekten bile çok keyif almıştım. Bugün TangoBangkok'ta yer alan fotoğrafımıza her baktığımda hala, akrabalarımı bulmuş gibi sevindiğim o akşamı hatırlayıp heyecanlanıyorum... Bu arada şarkıyı tercüme etmemizi istediler, denedim ama, Sezen Aksu'nun yazdığı bir şarkıyı ne kadar tercüme edebilirsek artık :)

Spor ayakkabıyla tango
Çok saçma ama, bir önceki gece rüyamda Sezen Aksu'yla tanıştığımı görmüştüm ve bütün gün Deniz'e anlatıp durmuştum :) Sonunda, bir sonraki gece Bangkok'ta Sezen Aksu şarkısıyla karşılaşmak, hala iletişimde olduğumuz Bangkok'da yaşayan Fransız, Japon Tangocular ve o gece, fotoğraflar ve videolarımız olduğu halde bana hala bir rüya gibi gelir. Tango sayesinde edindiğimiz arkadaşlarımızla gezdiğimiz, Bangkok'un baharat kokulu Çin mahallesi ve Jim Thompson'ı en iyisi başka bir yazıda anlatayım.

Dünyanın bambaşka bir köşesinde, bambaşka bir ülkenin kültürünü yaşatan bambaşka dünyaların insanlarını bir araya toplayabilen şey, Tango'nun etkileyici gücüydü. Hepimizi aynı dilden konuşturan, insana iyiki bu dansla yollarım kesişmiş dedirten bir şeydi.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Prag Notları - Ne alınır? Ne içilir?

Alphonse Mucha posteri
Prag'da geçen günler boyunca bazen yazdım bazen yazamadım. Aslında daha yazılacak çook şey vardı. Mesela harika restoranlar keşfettik. Mesela hayvanat bahçesine gittik. Mesela tarihi yerleri gezdik. Bana kalırsa Prag'da yalnızca alışveriş adına fazla bir şey yoktu. Çok araştırdım, bazı bloglarda ara sokaklarda bulabilinecek değişik dükkanlardan bahsediliyordu, Prag hakkında okuduğum kitaplarda alışveriş için dükkan adresleri verilmişti, bir kaçının izini bile sürdüm ama alıp da getirmeye değecek bir şey bulamadım. Meşhur kuklaları nedense bana hitap etmedi, pek pazarladıkları Alphonse Mucha'yı da güzel satamıyorlardı.


Bize en çok hitap eden alışveriş malzemeleri Absinth, Becherovka ve Slivovice gibi şeyler oldu :) Siz de bunlardan bolca almak istiyorsanız, Prag'a indiğinizde, havaalanından alın, büyük kazancınız olur benden söylemesi. Dönüşte, el bagajınızda yalnızca 2şişe hakkınız olacağından, ve Absinth gibi %70 oranında bir içki getirecekseniz bu hakkınız da 1 adete ineceğinden, en baştan istediğiniz kadar alın ve ana bavulunuzda onlarca getirin :)


Absinth
 Absinth bana göre değil. Ben daha çok keyif alınarak içilen içkilerden hoşlanıyorum. Absinth dünyanın en yüksek alkollü içkilerinden biri, %70 alkol ihtiva ediyor ki %90 içerenler de varmış. Türkiye'de satılanlar buradaki yasalar gereği sanırım belli bir yüzdeyi aşamıyor. Zaten Türkiye'de de hemen hemen satılmıyor. Kolonyanın %80 alkol içerdiği düşünülürse Absinth'in ne olduğu daha iyi anlaşılabilir. Zaten ağzınıza değdirdiğinizde hiç bir lezzet vermediğini düşünüyorum. Aksine bütün mide ve boğazınız yanıyor. Dünyanın içkiyle arası en iyi olan milletlerden biri olduğunu gördüğüm Çek halkı, soğuk coğrafyalarında bu içkiyi sıkça tüketiyordu. Vincent Van Gogh'un absinth içtikten sonra kulaklarını kestiği söylenir. İçinde trujon diye bir madde bulunur ve bu sizi Van Gogh'da olduğu gibi, bilmediğiniz alemlere götürebilir. Sadece Van Gogh değil, şimdi de bir çok Avrupalı sanatçının en çok tükettiği içki olduğu söyleniyor. Absinth Çek Cumhuriyetinde bulunmuş, dünyanın diğer yerlerinde satılanların üzerinde Absinthe diye yazılıyor yani sonuna bir "e" ekleniyor. Gerçi Avrupa'nın büyük bölümünde bile satışı yasak. Yandaki resimde gördüğünüz gibi Çekler, 1 bardak absinth üzerine delikli bir kaşık koyuyor ve onun içine de bir kesme şeker. Şekere de 1 damla Absinth damlattıktan sonra çakmakla şekeri yakıyorlar. Bir renk ve görüntü şöleninden başka bir şey olduğunu sanmıyorum. Absinth'in 1 kesme şekerle tatlanması pek mümkün değil gibi. 

Becherovka

Mide hastalıklarına iyi gelmesi için 16 çeşit baharatlı bitkiyle Karlovy Vary'de Jan Becher adlı bir doktorun buluşu olan Becherovka'yı ise bence mutlaka tatmalısınız. Hatta ben biraz sade sodayla karıştırdım süper oldu. Yemekten sonra hazmı rahatlatan bu içkinin kendine has aroması oldukça hoş. Becherovka ile ilgili çok sevdiğim bir ekşisözlük yorumunu da ekleyeyim: "Jan Becher adındaki Çek doktor tarafından ilk başta mide ilacı olarak üretilen, sonralarda "yav bizim memlekette alkol iyi gidiyor, şuna c2h5oh katsak fena mı olur, biz de ürün çeşitlemiş oluruz, para kazanırız" düşüncesiyle alkollü hale getirilen, en sonunda da Çeklerin milli içkisi haline gelen içecek. " 

Slivovice

Slivovice de, Çeklerin meşhur erik rakısı. Tabii suyla karıştırılmayan bir rakı bu:) Alkol oranı bildiğimiz rakı civarında, ama bazı Çekler bunu evde yapıyormuş ve o zaman alkol oranı %80-%90'ı buluyormuş. Slivovice severler bu tadı öylesine övüyorki merak ediyorum. Bildiğiniz, fanatikleri var yani. Henüz açılmamış bir şişe evde durmakta:) Meraklıları bekleriz.

Çek Cumhuriyeti'ne ait çok farklı içkiler var, içki kültürüne hakkını veren bir toplum... Oralara kadar gidip de içkilerinden bahsetmemek olmazdı diye düşündüm.  Prag sokaklarında, sıklıkla bira içen insanlar görebilirsiniz... Çekler ,Pilsner Urqell marka biralarıyla da oldukça popülerler. Öyleki Pilsner adının isim hakkı, Çek Cumhuriyetine ait. Bildiğimiz tüm biraların adında geçen (Efes Pilsen) bu isim hakkından, eminim oldukça kazanıyorlardır.

Tabi ben en çok Çek şaraplarından tatmaya çalıştım. Şehir merkezinde bir şaraphaneye de uğradık. Gittiğimiz yer aynı zamanda en eski Çek şaraphanesiydi. Maalesef Çek'e giderken, şarap konusunda adlarını fazla duyuramadıkları dışında bir bilgim yoktu. Evdeki kitaplara baktığımda da, şarap söz konusu olduğunda en çok geçiştirilen Avrupa ülkelerinden biri Çek Cumhuriyeti'ydi. Evet, Fransa, Almanya gibi her yeri bağlık bir ülke değildi. Ama onlara özgü olduğunu düşündüğüm bazı üzümler gördüm (veya ben bu üzümleri ilk kez gördüm?). Çek Pinot Noir'ını bir kaç kez tattım, şu an adı aklımda olmayan üzümleri de denedim, bence hepsi iyiydi. En son gün, Çek şarabından vazgeçip içtiğim Fransız Cabarnet Sauvignon hepsinden iyiydi :) Fransa'daki gibi bayıldığım çeşitler olmadı belki ama yine de şarap zevkiniz varsa, o güzel Vltava nehri manzarasına karşı iyi şaraplar bulabilirsiniz. 

Prag tatili yapmak isteyenler için bir başka konuda ayrıntı; Prag'a indiğiniz gün kombine haftalık otobüs-tramvay-metro bileti filan almayın. Boşuna fazla para vermiş olursunuz. Şehir küçük, en güzel yürüyerek keşfediliyor. Bir kaç uzak noktaya gitmek istediğinizde yarım saatlik bilet almanız yeter, bu da 2,4TL'ye karşılık geliyor. Bilet almadan tüm taşıtları kullananlar çoğunlukta, hakikaten kimse hiç bir ulaşım aracında kart filan basmıyor. Hatta turistler, ulaşım araçlarını bedava zannediyor deniyor. Arada kontrol oluyormuş, biz bilet alıyorduk. Hiç kontrole denk gelmedik gerçekten ama zaten ulaşım pahalı değil, riske değmez.

12 Kasım 2011 Cumartesi

Dora İçin Son Hafta!

Hazırız, bekliyoruz:)
Ben annesiyle babasının, onu beklerkenki fotoğraflarını yayınlayana kadar Dora doğacaktı neredeyse:)

İşte bu yazının müziği: http://www.youtube.com/watch?v=X_aV61q25U8&feature=related

Dora'nın ileride muhtemelen sıkça oyun oynayacağı parkta :)

Şimdilik küçük annenin oynadığı oyuncak :)

Bebek bekleyen küçük anne ve baba...

Hamile fotoğrafı

8 aylık hamile - fotoğraf



Hazırız, bekliyoruz!
Tüm güzel dileklerimiz sizinle...

9 Kasım 2011 Çarşamba

Çek Cumhuriyeti'nde Karşılaştığım Ünlüler

Karlovy Vary - Atatürk
Prag'a, şehirlerarası otobüsle yaklaşık 2saat uzaklıktaki bir başka Çek kenti Karlovy Vary'de Mustafa Kemal Atatürk'ün izini sürdük. Karlovy Vary, Çek Cumhuriyeti'nin kaplıcalarla ünlü şehri. Atatürk, 1.Dünya Savaşı sırasında geçirdiği böbrek rahatsızlığının tedavisi amacıyla  1918 yılında Karlovy Vary'ye gelmiş. Kaldığı Carlsbad Plaza binası girişinde, kaldığını gösteren bir mermer plaka yer alıyor. Karlovy Vary'de bugün binlerce Türk turist görebilirsiniz, büyük çoğunluğu Atatürk'ün geldiğini duyup bu otele de bakıyormuş. Yakın yıllarda, bu ilgiyi gören otel, söylenen o ki, herhangi bir odayı "Burada Atatürk kaldı" diye kapıya gelen misafirlere göstermeye başlamış, biz sorduk bunun için kişi başı 10 euro istediler. Benim dikkatimi çeken bir nokta da, Atatürk'ü otelin girişinde duyurup reklam yapan otel nedense koyduğu bayraklar arasına Türk bayrağı ekleyememiş. Otelde ayrıca Freud da kalmış, aşağıda fotoğrafları görebilirsiniz...

Karlovy Vary - Freud
Carlsbad Plaza - Karlovy Vary 

Karlovy Vary dönüşü Prag'da Kavarna Slavia Cafe'ye oturduk. Slavia, şehrin mükemmel noktalarından birinde. İçeride son derece şık insanlar görebilirsiniz. Şapkalı, tuvaletli bayanlar ve papyonlu erkekler içkilerini yudumluyordu.  Legii Köprüsünün tam önündeki cafe, hala nostaljik havasını koruyor. Charles köprüsü, Vltava nehri, tam köşede yer alan cafe'nin tüm kenarlarından geçen eski tramvaylar, tarihi binalar ve siz tüm bunların tam arasındasınız... İşte bu cafe'de, özlem dolu şiirlerini yazan Nazım Hikmet'i andık, bir armangac ısmarladık. Armagnac demek, yirmi damla gözyaşı demekmiş...

Armagnac: 20 damla gözyaşı

Slavia - Nazım Hikmet

Pırağ'da bir yandan ağarıyor ortalık

Bir yandan da kar yağıyor

Sulusepken 

Kurşuni

Pırağ'da ağır ağır aydınlanıyor barok;

Huzursuz, uzak

Ve yaldızlarında kararmış keder.

Ölen bir yıldızdan uçup gelen kuşlara benziyor.

Dördüncü Şarl Köprüsünde heykeller.





Şair memleketten uzak,

hasretten delik deşik

Eski Kent'te duruyordu.

Meydanlıkta yapayalnız

Gotik duvar üstünde

Hanuş ustanın saati 

On ikiyi vuruyordu. 

Ve çanları çalan ölüm

Ve yukarda öttü horoz

Şair memleketten uzak,

Hasretten delik deşik

Etrafına dalgın baktı


---


Pırağ'da bir araba geçiyor

Tek atlı bir yük arabası

Yahudi mezarlığının önünden.

Bir başka şehrin hasretiyle yüklü araba,

Arabacı ben. 

Pırağ'da Yahudi mezarlığında sessiz soluksuz ölüm.

Ah gülüm, ah gülüm,

Muhacirlik ölümden beter..


----


Ayaz, güneşli, yalansız,

Ayaz toz pembe ,

Havayi mavi ayaz.

Nerdeyse donacak kırmızı bıyıklarım.

Saat elifi elifine dokuz.

Bu dakka bu saniye

Hiç kimse bana düşman değil

Ve hiç kimse geçmiyor aklımdan 

Geçilmiş kıyılar geri gelebilir diye

Bu dakka bu saniye

Sen beni seviyordun canım

Hiç kimseyi hiçbir zaman sevmediğin gibi

6 Kasım 2011 Pazar

Prag'ı Sevdiğimiz İkinci Gün...

Bu yazıyı okurken, bir yandan linkteki, bizim Prag'la özdeşleştirdiğimiz Canon'u dinlemenizi tavsiye ederim: http://www.youtube.com/watch?v=8Af372EQLck

Dün burada ilk günümüzdü, en turistik bölgelerde olduğumuz için mi bilmem, küçük, sıradan bir Avrupa şehriydi bizim için. Bugün şehrin en tepesine çıktık, o masalsı manzarasını gördük. Bu şehir sonbaharın kraliçesi gibi. Ne kadar hoş bir havası var, ben anlatamasam da belki fotoğraflar anlatır...

1. Petrin Tepesine gidiyoruz, önce Charles köprüsünden geçmemiz gerekiyor. Bu köprü akşam romantik, sabah cıvıl cıvıl. Yani hem sabah hem akşam görülmesi gerek. Harika country şarkılar çalan yaşlı müzisyenler, prag manzaraları veya portrenizi çizen ressamlar..
Charles Köprüsünde Müzisyen

Charles Köprüsünde Güneşli Bir Gün

Charles Köprüsünde TV yayını
2. Petrin tepesine gidilir. Bu tepe çok dik, 15 dakikada bir yukarı taşıyan finikülerler var, ama biz o uzun finiküler kuyruğunu bekleyemedik. Çok efor sarfederek koca tepeyi tırmandık, ama o kadar harika bir doğanın içinden geçtikki, iyiki finiküler sırasını beklememişiz...
Eğimi bulun ve tırmanırken ne kadar enerji harcadığımızı düşünün :)

Finikülerle çıktığınızda göremeyeceğiniz doğa...

Çıkarken aşırı yorulduk, arada bulduğumuz her müthiş parkta dinlendik.
3. Petrin tepesine tırmanılır, en üstte çakma Eiffel kulesi var :) Hemen altındaki cafede dünyanın en huzurlu saatleri güzeelce geçirilir. Panini veya aşağıda resmi olan, benim yediğim değişik tatlıdan yenilir. Cappucino veya sıcak şarap içilir :)

Petrinska Kavarna Cafe

Güzel bir tatlı ve Cappucino

Masamızın yanından harika bir sonbahar manzarası
4.) Sonunda minyatür Eiffel'e çıkılıp masal şehir Prag izlenir.







İşte bir günlük, harika, dinlendirici Prag planı. Bu arada tepeyi geri inmedik tabii, bu kez füniküleri kullandık. (Not: Füniküler: 240 Kc yani 2,4 Türk Lirası, Eiffel'e çıkış: kişi başı 10TL civarında, Cafe'de yiyip içilenler kişi başı 10-12TL gibi düşünülebilir. Ucuz ama harika..)

Akşam programı için, o paspal halden kurtulmanız gerekir, evimiz hemen şehir merkezinde olduğu için en uzak noktadan bile hemen gelebiliyoruz. Şimdi hemen şehrin en güzel noktalarından birine, güzel bir yemek yemeğe doğru devam ediyoruz...