30 Nisan 2012 Pazartesi

Tupturuncu Amsterdam - Köninginnedag

Queen's Day - Amsterdam
Bugün Amsterdam kraliçenin (bir önceki kraliçeymiş) doğum gününü kutluyor.
Her yer tupturuncu, sokaklar şenlik alanı.
Herkes eski eşyalarını, kıyafetlerini, yaptığı yiyecekleri kapısının önünde satıyor.
Tekneler, botlar ve hatta yüzen her şey kanalları doldurmuş durumda, içindekilerin kıyafetleri, süsleri, saçları, makyajları tupturuncu.
2 gündür yağmurluydu, şansımıza ve tüm Amsterdam'ın şansına günlük güneşlik ve sıcak mı sıcak bir gün bugün. Amsterdam'a gelmek için 30 Nisan en güzel tarihlerden biri, turuncular içinde görmelisiniz.
Daha sonra fotoğraflar ekleyerek yazacağım.
Burada hava 10'da kararıyor. Ben, arkamda görünen günlük güneşlik havaya geri dönüyorum.
Şimdilik hoşçakalın....

Queen's Day - Jordaan, Amsterdam

29 Nisan 2012 Pazar

Amsterdam'dan Merhaba!

Tuttuğumuz ev, aynı anda iki rezervasyondan veya benzer bir nedenden dolayı değiştirilmişti, bize bir mail atıp yeni evimiz için adres göndermişlerdi. Akşam 12'de yeni ev için belirttikleri adrese geldik, 11:30 da geleceğiz dediğimiz için ev sahibimiz Danny beklemekten vazgeçmiş ve dönmüştü. Aradık, bisikletine atlayıp gelmesi 10dk sürdü. Bize de söylediği ilk şey şu oldu: "I amsterdam kartlarından alacak mısınız? (Bu kartlar 1-2-3 günlük satılan, bazı müzelerde indirim sağlayan, tüm ulaşım araçlarını da ücretsiz kullandığınız bir kart) Bence almayın çünkü bu şehrin bir ucundan bir ucu yürüyerek yarım saat, bisikletle 15 dakika" Deny gerçekten haklı çıktı, en azından gezilecek turistik kısım için I amsterdam kartlarına gerek yok...

Son dakikada değişen evimiz, şirin, geleneksel mimarisi olan bir Hollanda evi. 3katlı; giriş katında mutfak ve banyo, orta katta salon, en üst katta yatak odası ve teras balkonumuz var. Hepsi minicik alanlardan oluşuyor ama gerçekten şirin bir ev. Pragdaki evimizden farklı olarak, Danny buzdolabımızı salamlar, peynirler, ekmekler, reçeller, meyve suları, meyve, süt gibi kahvaltılıklarla doldurmuş. Hatta kahve makinası için farklı espressolar bile alıp koymuş, hoşuma gitti ama henüz deneyemedim. Dün buradaki merak ettiğim yerlerden biri olan Starbucks Laboratories'i denedim. Burası bildiğimiz Starbuckslardan oldukça farklı. Etiyopya ve Aged Sumatra'nın özel yapılışlarını izlediğim Starbucks çok eğlenceliydi ve uzun yürüyüşlerimizin ardından ilaç gibi geldi.
İyi haber: evimiz üç katlı, kötü haber her katı 5m2 :)))) 
Danny bizim için dolabı doldurmuş :)
Dün gezdiğimiz yerler; Albert KuypMarkt (Halk pazarı), Madamme Tussouds Müzesi, Dam Meydanı, Red Light District, Rembrandsplein(Starbucks Laboratories'in olduğu meydan), Leidseplein (Spare Ribs yediğimiz meydan), BloemenMarkt (Çiçek Pazarı - siyah laleler aldım çiçek pazarından...). Yediğimiz spare ribs'i şu an blogumu takip etmekte olan arkadaşlarımız Murat ve Aybike için fotoğrafladık ve gerçekten bayıldık, umarız bir gün hep beraber yeme fırsatımız olur...

Spare Ribs sizce kaç kilo?

27 Nisan 2012 Cuma

Yine Düşüyoruz Yollara...

Biz; uçak aramayı, kalacak yer bulmayı, gezecek yerleri programlamayı, tadacak yemekleri araştırmayı, yeni insanlarla tanışmayı, sonra onlarla sık sık haberleşip o şehirden kopmamayı, havaalanında aylak aylak vakit harcamayı, bambaşka bir havayı koklamayı, buzdolabının üzerini magnetle doldurmayı yani seyahat etmeyi öyle seviyoruz ki... O yüzden bugün, 4,5 günlüğüne bir yenisini daha ekliyoruz bunlara.

Yine, yeni, yeniden...

Sırtçantamızı sırtımıza alıp sokak sokak gezmeyi, şehrin bilinmeyen -turistik olmayan- yüzünü de keşfetmeyi,
kolay kolay yemek ayırd etmeyip yeni lezzetler peşinde koşmayı (her türlü yiyeceğe açığız, en azından deneriz.) ve bu seferki rotamız olan Amsterdam'da Queen's Day kutlamalarını görmeyi hayal ediyoruz... Bloga elimden geldiğince yazacağım. Hızla, kısa kısa yazılar ekleyebilirim umarım. Her ne kadar  dönünce yazmak için daha fazla vaktim olsa da, daha çok uğraşabilsem de bir yazıyla, o güne ait cümlelerin, taze taze fikirlerin yeri ayrı. Bu yüzden KısaKahveMolasında, Queen's Day'den canlı yayın yapmak istiyorum :)

Gitmeden çok sayıda seyahat kitabı ve blog okuruz. Elimizde şehrin dosyasıyla çıkarız yola! Yine ilgimizi çok çeken ayrıntılar var! Pazarını, marketini mutlaka turlayacağız, biz süpermarketleri çok seviyoruz! Yazamadıklarımı dönüşte eklerim. Kısakahvemolasını izlemeye devam :)

Not: Size bu satırları Esenboğa Millenium Lounge'dan yazıyorum. Buraya İşbankasına ait bir kredi kartıyla ücretsiz giriş yapıp içeride istediğiniz kadar yiyebilir, içkinizi yudumlayabilir, benim gibi internetten faydalanabilir uçuşunuza kadar dinlenebilirsiniz. Herhangi bir isbankasi kartiyla girmek ucretsiz, yaninizda karti olmayan 1 kisi 15 TL karsiliginda giris yapabiliyor. İs bankasina ait kredi kartiniz yoksa giris kisibasi 50TL.  

24 Nisan 2012 Salı

Bangkok'ta Tapınaklar

Bangkok'a gidip eski şehir meydanında bir gün geçirmemek olmaz.
1782 yılında inşa edilen Büyük Saray (Grand Palace) ve Zümrüt Budanın (Emerald Buddha) yer aldığı dev tapınak, hemen yakınındaki Wat Po ve nehrin karşı kıyısındaki Wat Arun tapınaklarını gezmek bütün bir günü sabahın erken saatlerinden akşamüzerine kadar dolduran bir program.

Emerald Buddha - Thailand
Tüm bu tapınakları gezerken erkeklerin uzun pantolon, bayanların da en az dirseğe kadar bir bluz ve yine en az dize kadar bir etek veya pantolon giymesi gerekiyor. Eğer kurala tam uygun giyinmemişseniz; pantolon, gömlek gibi malzemeleri girişte size para karşılığında veriyorlar. Çıkarken aldığınız kıyafetleri veriyorsunuz, paranızı geri alıyorsunuz.
Aşağıdaki videomuzda benim üzerimdeki pembe gömlek ve Deniz'in yeşil pantolonu bizim kiralamak zorunda kaldığımız giyisilerdi. Aşırı sıcakta, bu kıyafetlerle gezmek epey zorluydu. Ara sıra yağan yağmurlarla da tamamen yapış yapış bir halde olsak da, böyle bir mimarinin içinde olmak, sakin ve yardımsever keşişlerle sohbet fırsatı yakalamak, tapınaklardaki masaj eğitmenlerine tai masajı yaptırarak günü tamamlamak her şeye değer...
Emerald Buddha
Grand Palace ve Emerald Buddha => 9:30 - 15:15 arası açık. Son giriş saat: 15:00'te
Yarım saat Tai masajı 250 Baht (12,5 TL)
Wat Po => 8:00 - 17:00 arası açık
Wat Arun => 8:00 - 18:00 arası açık

Tapınaklara giriş ücretlerini maalesef hatırlamıyorum. Biletlerimiz duruyor ancak üzerlerinde fiyatları yazmıyor...


Not: Videoyu daha geniş izlemek için, Youtube simgesine tıklayabilirsiniz. Buraya Youtube'a eklediğim boyutta maalesef koyamıyorum.:(

Biz Wat Arun'un içerisine girmedik, çevresini bir keşişin yardımıyla dolaştık. Keşiş Wat Arun'a varmamıza yardım etti, kendisi hem bu tapınakta yaşıyor hem de çalışıyordu. Tapınağın çevresinde bulunan taşlardan yürürken keşiş beni durdurdu ve "Bu taşların üzerinden 1700'lü yıllarda krallar yürüyordu, bugün üçümüz yürüyoruz. Şimdi tarihin üzerinden geçiyoruz, bu anın fotoğrafını çek" dedi. Videoda yürüdüğümüz 300 yıllık taşları ve hemen ardından bizi anlatımıyla çok etkileyen müthiş keşişin Deniz'le fotoğrafını görebilirsiniz.

Kaselere tek tek paralar attığım videoda, yatan dev Buda'nın bulunduğu Wat Po tapınağındayız. Çok az bir para vererek, bir kase eski para satın alıyorsunuz. Sıraya girerek kaselere paralarınızı boşaltıyor ve dilek diliyorsunuz. Bu yüzden Wat Po'nun içerisinde sürekli çalan bir para müziği var :) Yatan dev Buda'nın altın olduğu söyleniyor ama bu pek inandırıcı değil. Çünkü Buda yeteri kadar korunaklı görünmüyor, ayrıca Buda'nın çatlaklarına bakınca da başka bir malzeme gibi görünüyor.

En uzun süreyi ayırmak gerektiğini düşündüğüm tapınaksa Grand Palace içindeki büyük tapınak. Burası bir mimari harika. Masal dünyasının içinde olduğumuzu düşünmeden edemedik. Saray 1932 yılına kadar Krala da ev sahipliği yapıyormuş, monarşinin terk edilmesinden sonra ise yalnızca turistik olarak kullanılıyor...

19 Nisan 2012 Perşembe

Haydi Karına Koş!

Ankaradaysanız eğer, bugünlerde kaçırmamanız gerektiğini düşündüğüm eğlenceli bir tiyatro oyunu var.
Bence gidin ve yaklaşık 2 saat 20 dakika hayatınızda ne var ne yok unutun.

HAYDİ KARINA KOŞ

Oyunun adı "Haydi Karına Koş".
Konusu da şöyle:
Taksi şoförü John Smith, 3 ay arayla iki ayrı belediyeye ait kilisede iki kez evleniyor. Birbirinden habersiz iki eşi (Barbara ve Mary) ile de ayrı iki evde ayrı hayatlar sürüyor. Tüm hayatını bir defterde saat saat programlayıp herkese vakit ayırabiliyor. Taa ki bir gün ufak bir kaza geçirip hastaneye yatması gerekene kadar. Hastanede yatınca her iki evine de geç kalan John, iki eşi tarafından da merak ediliyor. Her ikisi de karakolu arayıp yardım isteyince ortalık karışıyor...


İnternette genel olarak, herkesin oyunda çok güldüğüyle ilgili yorumlar okudum. Oyun genel olarak beğenilmiş. Ama elbette eleştirenler de var. Cinsellik üzerine espriler, gaylik konusu ve seksi kadın kullanılarak tribünlere oynanmış deniyor. Peki hangi konular işlensin? Eleştri almayacak konu nedir? Hatta tribünlere oynanacak, hata yapılacak, amacının dışına çıkacak diye senaryo yazarlığı yasaklansın mı? Biraz da  hoşgörü izleyicide olacak. Yapılan bir kaç espriye de gülüp geçmesini bileceksiniz. Sizce?


Oyuncuların hepsi oldukça başarılı. Pelin Dikmenoğlu için, dizilerde neden oynamıyor, neden daha ünlü değil diye düşünmeden edemedik. Şahap Sayılgan'ın ne kadar yetenekli bir oyuncu olduğuna bir kez daha şahit olduk. Ünsal Coşar mimikleri ve başarılı oyunculuğuyla en komik karakterdi diyebilirim. İnternette de en çok bu üç oyuncuya yorum yapılmış. Ünsal Coşar'ın oyunu götürdüğü konusunda çoğu izleyen birleşmiş. Bu üç isim gerçekten parlasa da, tüm oyuncuları başarılı performanslarından dolayı tebrik etmek lazım...

'Haydi Karına Koş' Oyuncuları
Bu da oyun sonrası Çayyolu'ndaki kalabalık!

15 Nisan 2012 Pazar

Meral Okay'ın Ardından...

CEHALET BİZİ BOĞUYOR ARTIK

Mütevazılığın öldüğü, cahilliğin de bu sayede kol gezdiği bir toplum olduk.
Sizi övdüklerinde çekiniyorsanız; "Var altında bir şey, iyi bir iş yaptıysa neden böyle davranıyor?" diye bir düşünce hakim insanlarda. Dolayısıyla kendinizi göstermek için övünmelisiniz bolca.
Hala "Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz" iyi niyetliliğindeyseniz devriniz tükendi maalesef. Zaten "ayine" kelimesi filan da kullanılmıyor artık, oradan anlayın hangi devirde yaşadığınızı... (Blogumda solda yer alan ankette, bugüne kadar 1 oy almış 1800'lere oy verebilirsiniz.)

Cehalet prim yaparken, oy toplarken her taraftan; bir şeyler öğreten bir işe kalkmak ne demek düşünün! Zülfü Livaneli bunu yazdı Meral Okay'ın ardından, senaryoyu yazmakta ne kadar zorlandığını, gelen tepkilerin yanıt vermekte zorluk yaratan halini, "Cehalet bizi boğuyor artık" dediğini... Güzel bir yazıydı, "Biz göremesek de zalim de cahil de bir gün yenilecek" diye bitiyordu yazı. Ve Meral Okay'ın boşuna uğraşmadığını, kör kuyuya bir nebze olsun bir şeyler atıp karanlığı aydınlığa ulaştırmaya çalıştığını anlatıyordu Zülfü Livaneli. Yazılabilecek en anlamlı yazılardan biriydi bu. "Muhteşem Yüzyıl" dizisini körü körüne eleştiren 1 kişi bile bu yazıdan sonra fanatikliğinden vazgeçse, Meral Okay'ın ardından yapılabilecek en güzel dostluk örneği olur.


"ACI VAR MI ACI?" KAFASI

Meral Okay'ın en yakın dostlarından Reha Muhtar, bir orta okul çocuğunun gözünden ölümü yazmıştı köşesinde. Ölümü yeni keşfeden orta okul çocuğu, ölüyü nasıl bir yandan ceset olarak merakla incelerse, Reha Muhtar da öyle incelemişti yazısında. Meral Okay öldüğünde, yatağında nasıl yatıyordu, ambulans gelip nasıl onu paketleyip götürdü...

Bir dost...
Çocukları uyanmış, kahvaltı etmişler, Red Kit izlemişler. Böyle başlıyor yazı. Devamında çocukların bakıcılarıyla olan günlük yaşamı filan da dahil oluyor yazıya. Hiç bir bağlantı yok Meral Okay'la yazıda uzun süre. Sadece çocuklarına "ölüm" kavramını açıklamamaya karar verdiğini anlatmış. Bir ara rahmetli Ufuk Güldemir'e bağlıyor yazısını ama neden bilemiyorum. Buralar kopuk ve anlamsız kısımlar. Bir ölüm sonrası yakın bir arkadaşınızla dertleşebilirsiniz bunları ama, söylediğiniz bir sözünüzle birilerinin kafasında büyük yangınlar başlatabileceğiniz bir iş yaparken bunları halka neden açarsınız bilemiyorum.

Yazının devamı, magazin gazeteciliği tadında. Kim geldi, ne yaptı, kim daha fazla ağladı, kim pek üzülmemiş gibiydi? Hatta magazinsel kişileri biraz merak edenler "Aaa şu yok muydu yani?" diye düşünebilir.

Sonra Meral Okay'la 78 kuşağı çocukları olduklarını, Ankara'nın siyasi zorluklarına karşı durdukları günleri anlatıyor. Derken Fethullah Hocasıyla noktalıyor yazısını. "Sen haklısın ama o da iyi kadındı" diyor dizi hakkında süren tartışmalar için. Eh, ne de olsa giden gitmiş, şimdi günün gerçeklerine geri dönme zamanıdır...

Bu da başka bir dost...
Bu yazının ardından bir de açıklama yaptı Reha Muhtar basına: Meral Okay hastaneye yatmadan önce Sezen Aksu'nun evinde kalıyormuş. Ateşi yükselince Sezen Aksu'nun evinden götürülmüş hastaneye. Meral Okay, yapılabilecek dedikoduları tahmin ettiğinden tedirginmiş. Eğer ölürse, ölümüne Sezen Aksu'nun neden olduğunu söyleyeceklerinden endişe ediyormuş insanların. Reha Muhtar, adeta "Acı var mı acı?" türünden yaptığı absürt yorumlarından kalma günlerinin devamını yaşıyordu; Meral Okay'ın en istemediği düşünceyi basına sürerek ne yapıyordu anlamak zor...

Reha Muhtar'a kendi yazısının başlığını söyleyebilmek isterdim: "Meral’in ruhunu huzurda bırakın... Ratinginiz için bir sakıncası yoksa!.."



11 Nisan 2012 Çarşamba

Ankara'da Ne Yesek? AOÇ / Kokoreç

Uzun zamandır yemek kategorisinde yazdığım yazılarımı aksatmıştım. Aslında gittiğim her yerde yazabilmek için bol bol fotoğraf çektim hep. Şimdi de 3-4 ay önce gittiğimiz Atatürk Orman Çiftliğinde, yediğimiz kokoreç için fikirlerimi paylaşacağım.

Çiftlikte kokoreç
Ankara- AOÇ Kokoreç


Çiftlikte yiyebileceğiniz diğer şeyler



"Ankara'da ne yesek?" diye yazdım tüm yazılarımı. Bu kez "Ankara'da yesek mi yemesek mi?" başlığı atabilirdim aslında...
Bir kış akşamıydı, Deniz ve ben, canımız istedi, çiftliğe kokoreç yemeğe gittik.
Uzun uzun nasıl yapıldığını izledik. Yıllardır kokoreçe bayılan biri olarak, bu uzun izleyiş beni kokoreçten soğuttu. Aldığım kokoreçi de yiyemedim, geçmedi boğazımdan.
En azından uzun süre çiftliğe gitmeyi düşünmüyorum. Ta ki, biri bana kokoreçin artık son gördüğüm şekilde yapılmadığını anlatana kadar..

1. Donmuş Kokoreç rulosu, üzeri örtülmemiş bir şekilde mangala doğru getiriliyor. Garson yolun karşısında bir yerden aldı ruloyu, karşıdan karşıya geçmeye çalışıyor. Kokoreç yoğun trafiğin egzoz dumanını güzelce emdi.
2. Mangal ustası, garsonun getirdiği rulonun bir ucu yere değecek şekilde kokoreçi yere dayadı. Az önce bekleyen amcalardan biri oraya tükürmüştü. Eh, belki kokoreç tam o noktaya denk gelmemiştir. Önümdeki genç ucu sivri ayakkabısıyla, sigarasını söndürmüştü, en azından uçuşan küllerden nasibini aldı kokoreç rulosu.

3. Mangal ustası yoğun talep karşısında kokoreçi yeterince pişmeden kesmeye başladı. Kesilen kokorecin rengi hiç hoş görünmüyor.
Bir kısmı hiç pişmemiş, bir kısmı yanmış kokoreç
4. Sıra baharatlarda. Usta dolabı açtı, her baharat için ayrı göz yapılmış ama, eski kokoreç parçaları veya ne idüğü belirsiz bazı malzemeler baharatlara karışmış durumda. 

Kokoreç baharatları
Daha önce aynı mekandan defalarca kokoreç yedim ve hep çok beğendiğimi hatırlıyorum. Bu sefer yapılışını da tadını da beğenmedim...

Nasılsa hijyenik olmayan bir şey yiyorsun, bu saydıklarını neden önemsiyorsun diyenlere;
Dünyanın çoğu ülkesinde -Avrupa dahil- kokoreçe benzer yiyecekler yeniyor. İstenirse, bağırsak çok çok iyi temizlenebilir. Özenle temizlenmesi benim için yeterli, dünyanın en hijyenik yemeklerini yiyeceğim diye bir düşüncem yok ama dünyanın en lezzetli yemeklerini yemek isterim. Egzoz dumanına mağruz bırakılmış, uçuşan sigara küllerinden nasibini almış, tam pişmemiş, baharatına özenilmemiş bir kokoreçten lezzet olarak ne beklersiniz?

Not: İnternette kısa bir arama yaptığımda, bizim kokoreç yediğimiz yerin, AOÇ'de hijyen sertifikasına (ISO 22000) sahip tek restoran olduğunu gördüm... 
Çiftlikten güzel bakan iki göz...
Fiyat: Tam porsiyon kokoreç: 10 TL

9 Nisan 2012 Pazartesi

Nazlı Eray Bir Adamın Yaşlılık Dünyasında

Bitirdiğim kitabımın kapağı
Ne zamandır gezi yazıları yazıyorum diye diğer konulardan artık bahsetmeyeceğimi sanmayın :)
Tabii fotoğrafları canlandırmak, nihayet güneşlenen Ankara günlerinde işime gelmiyor değil. Hele tüm yıl boyu toplam 10 gün bile izniniz yoksa ve hepsinin yeri şimdiden belliyse...


Ben biyografik romanlara bayılırım. Medya önünde pek olmayan ama alanlarında başarılı, tanınmış kişilerin hayatlarına inanılmaz ilgim vardır. Son bitirdiğim roman böyle bir yaşamı anlatıyordu: Nazlı Eray'dan "Tozlu Altın Kafes". 
http://kisakahvemolasi.blogspot.com/2012/03/gelecek-yazlarda-gorecekleriniz.html linkindeki yazıda, Samsara parfümünün fotoğrafını koyup anlatacağım demiştim. Samsara, hem Nazlı Eray'ın kullandığı parfümün adı, hem bu romanında anlattığı kendi hayat kesitlerine çok uygun bir anlamı var; ölümden sonra yaşam demekmiş. Kitapta hayatı içindeki üç ayrı ölümünü anlatıyor, her seferinde yeniden başlayabilmiş... 



Nazlı Eray ve Metin And evlenirken...
Nazlı Eray'ın satın aldığı kıyafetlerle yapılan evlilik töreninden...
Kısa sürede okuduğum kitapta, Nazlı Eray'ın ilk sevgilisi Ege Ernart ve 2.eşi Metin And'la olan evliliğini ve yaşadığı ölümcül bağırsak düğümlenmesini anlatıyor. Kitap "zaman"da tamamen ileri veya tamamen geri giderek değil, yazarın kafasının meşgul olduğu olaya göre ileri veya geri saran bir anlatımla ilerliyor. Benim çok hoşuma gitti, çünkü hayatımızda da konu mutlaka bir hikayenin sonunda veya başında değil ki! Bazen en ortasında yaşarsınız en can alıcı şeyi ama o an atlar geçersiniz. Her şey bitip sular durulduğunda son gelmiş olabilir, işin bu kısmı da anlatmaya deymeyebilir.


Metin And Tozlu Altın Kafeste.
Kitapta anlatılmayan Metin And hikayesini sağdan soldan okuduğum kadarıyla özetleyeyim: Ankara'nın meşhur caddesi Tunalı Hilmi'nin adını aldığı eski milletvekili Tunalı Hilmi Bey'in kızı Sevda, Cenap And'la evlenir. Çift, çocukları olmayınca Cenap Bey'in yeğeni Metin'i evlat edinirler. Dolayısıyla Kavaklıdere Şarapları, Tunalı Hilmi Caddesindeki malvarlığı vs. yokluklarında sahibini bulacaktı. Ancak Sevda Hanım, bir arkadaşı ve Metin And, henüz Tunalı Hilmi caddesinin boş arazi olduğu yıllarda bir gece, boş alanda yürüyüş yaparken aşırı hızla gelen bir araba Sevda Hanım ve arkadaşına çarparak öldürür. Geriye kalan Metin And için dayısı Cenap And'ın hiç iyi duygular beslemediği ortada ki, Metin And'ı miras dışı bırakmak için mahkemeye verecek ve uzun bir savaş yaşanacaktır. Sonuçta aracın Çekoslavakya Konsolosluğuna ait olduğu anlaşılacak ancak süreç nasıl ilerlediyse Metin And miras dışı bırakılacaktır.


Metin And daha sonra Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde Tiyatro Bölümünü kurar. Türk tiyatrosunun en önemli isimlerinden biri kabul edilen Metin And ilk evliliğini yakın arkadaşı olan Şara Sayın'la, ikinci evliliğini balerin Yüksel Çapanoğlu ile, son evliliğini de yazar Nazlı Eray ile yapar. İlk eşi ile Nazlı Eray'ı tanıştırmak istemiş, iki kadın birlikte samimi fotoğraflar bile çekilmişler. Nazlı Eray son derece rahatsızlık duyduğu o günü ayrıntıyla anlatıyor kitapta. Yüksel Hanımla Nazlı Eray'ın ilişkisi çok enteresan. Kitapta uzun uzun anlatılıyor. Metin Bey'in Yüksel Çapanoğlu ile evliliğinden sahip olduğu tek kızı var. Kızıyla Nazlı Eray'ın ilişkisi hiç bir zaman iyi olmamış. Ancak bu kadar sorunlu bir ilişki, insanları neler yapmaya itmiş hayretle okuyacaksınız. Kitabın heyecanını kaçırıp çok detay vermek istemiyorum ama Nazlı Eray'ın "Ay Falcısı" isimli kitabını okuyanlar olabilir, orada da yaşadığı bu kötü anıları yazmıştı.


Metin And evinde
Nazlı Eray ve Metin And arasında her zaman sorunlar yaşanıyor. Balayına gidiyorlar, Metin And "Otelin parasını bir gün sen ödersin, bir gün ben." diyor. Balık yemeğe gittikleri bir başka gün, adam, gelen hesapta üç-beş liranın hesabını yapıp restoranda olay çıkarıyor. Nazlı Eray, yerleştiği evinde hiç bir eşyasına dokunamıyor, misafirliğe gelmiş bir yabancı gibi, bir eski yatağı olan odaya yerleşiyor, yıllarını bu şekilde geçiriyor. Evdeki muhteşem kitaplara, harika filmlere dokunması bile yasak. Lavabonun aynasının önünde es kaza rujunu, kremini unutması büyük olayların çıkması için yeterli... Eski eşyalarla dolu evde bunalıp güneşli havada yürümek istediğinde "Nereye?" sorularıyla karşı karşıya kalmaktan korkuyor. Nazlı Eray bu yaşadıklarını "Bir adamın yaşlılık dünyasına girmiştim" diye özetliyor ve gerçekten yaşlı, aksi bir adamın kaprislerini uzun müddet idare ediyor. Yakın bir apartmanda oturan, sürekli dertleşmeye gittiği, Müren Abla dediği ve çok güvendiği komşusunun "Sakın fevri bir şey yapma, kocandır..." gibi sözleri onu yıllarca Metin And ile yaşamaya itiyor. Müren Abla da ilginizi çekecek bir karakter bu arada.

Yaşadığı yıllar ne kadar sinir bozucu olsa da, halkın gözünde hala değerli bir profesör olan Metin And'ın gizli dünyası bu kadar ortaya serilmeli miydi? Üstelik cevap hakkı da kalmamış bir insan artık o. Bu soru basında da tartışıldı. Çiftin nikah şahitliğini yapan Ahmet Tan, Metin And'a haksızlık yapıldığını söylemiş ve "meslek odaları devreye girmeli" demiş. Akşam gazetesinden İsmail Küçükkaya ile Nazlı Eray'ın yaşadığı diyalog harika:


Nazlı Eray'dan yazıdan sonra iki ayrı mail aldım. Mahremiyet ihlali eleştirime zarif bir yanıt göndermişti. ''Sevgili İsmail' diye başlayan elektronik postasında 'Tozlu Altın Kafes bir Metin And kitabı değil. Hayatının bir bölümünü de Metin And ile yaşamış olan yazar Nazlı Eray'ın o evliliği ile ilgili iyi ve kötü bazı anıları. Yazamadığım o kadar çok şey var ki; en mahrem lafı bana tuhaf geldi. Kitap Metin And'ı afişe etmek için yazılmış bir kitap değil. Benim hayatımı, onun bazı bölümlerinde iz bırakanları, bir hoca değil bir koca olarak Metin And'ı anlatan kitap. Hayatım bana ait ve onu hiçbir zaman sansürleyemem. İkonlara ve tabulara inanmıyorum. Gene de yazdığınıza çok saygı duyuyorum.'

BAKIN METİN AND NASIL BİR DEĞERNazlı Hanım çok zarif. Müthiş bir olgunlukla eleştirilerimi yanıtlamış. Katılmadım ama saygı duydum. Dediğim gibi, hayatta olmayan birisiyle ilgili söylediklerimiz, yazdıklarımız çok kritiktir. Cevap hakkı yok ki. Ölen birine, eski eşe, önceki patrona, düşene, hapishanedekine, işini kaybetmiş birine, eşit şartlarda olmadığımız insanlara söz söylerken bir kere değil bin kere düşünmeli. 
Kafam kaç gündür bunlarla meşgulken, NTV Tarih dergisinin Mart sayısında yeni çıkan kitaplar köşesinde ne göreyim... '16'ncı yüzyılda İstanbul: Kent, Saray ve Günlük Yaşam', 315 sayfalık bir kitap. Lütfen konusunu anlamak için ismini bir daha okur musunuz. Yazarı Metin And. Kısa tanıtım yazısındaki şu ifadeye ne dersiniz: 'İlk defa 1994'te yayımlanan bu kitap, Viyana'da Avusturya ulusal kitaplığında Metin And'ın bulduğu resimlerin orijinal boyuttaki görüntüleriyle birlikte yeniden basıldı.'
Ben Metin And'ı işte böyle anmak isterim. Yaptıklarıyla, eserleriyle...



Nazlı Eray'ın cevabı o kadar zekice olmuş ki, İsmail Küçükkaya haklılık payı olsa bile savunamamış savını. İsmail Bey öyle ansın Metin And'ı, Nazlı Eray da böyle. 

Belki Metin And, evlilikleri sırasında Nazlı Eray'a evde yazı yazabilmesi için bir masa bile vermediği için o zaman yazılamadı bu romanlar. Belki bir yazara bütün bunları kitap yazabilmesi için yaşatmıştı...

3 Nisan 2012 Salı

Sky Train'in İmza Attığı Şehir: Bangkok

Kısaca 'Bangkok', dünyanın en uzun şehir ismiymiş ve aslı şöyleymiş:


Krung thep mahanakhon amon rattanakosin mahinthara ayuthaya mahadilok phop noppharat ratchathani burirom udomratchaniwet mahasathan amon piman awatan sathit sakkathattiya witsanukam prasit.


Yani;

Melekler sehri, buyuk sehir, zumrut buddha nin istiratgahi, tanri indra nin zaptedilemez sehri, dokuz degerli tas bahsedilmis buyuk baskent, reankarne olmus hukumdar tanrilarin ilahi istirahatgahlarini andiran muhtesem kraliyet saraylari ile dolu mutlu sehir, indra tarafindan verilmis ve vishnukarn tarafindan insa edilmis sehir...



Bana kalırsa; eğlence şehri, alışveriş cenneti, rengarenk ve ilginç tapınaklarda yaşayan turuncu cübbeli keşişlerin her sokakta dolandığı değişik şehir, güzel, şık ve iyi insanlar diyarı ama ilk bakışta sky train'in imza attığı şehir...


Yüksek binaların altında Bangkok...
İlk kez 9 Mayıs 2011'de, Suvarnabhumi Havaalanının camından ve uçakla tepeden görüp, tam 1 hafta sonra kanına karışabileceğimiz kalabalık ve renkli şehir. Henüz yaşayacağımız 4 günde nelerle karşılaşacağımızı bilmiyoruz, şimdilik bindiğimiz taksi bizi otelimize götürüyor ve biz de gözlerimizi koca koca açıp şehrin nasıl bir yer olduğunu keşfetmeye çalışıyoruz... 


İlk izlenimimiz şu: Bu şehrin metrosu havaya yapılmış, adı da Sky Train, yani gök treni, bu da gölgede bir yaşam yaratmış, sokaklarda bir beton yığını hissi var. Üstelik binalar da çok yüksek. Ama altında akan hayat oldukça renkli, tıpkı içinde olduğumuz fosforlu pembe taksi gibi. 
Bangkok'ta rengarenk taksiler. Fotoğrafın sol yanında gördüğünüz büyük beton ayaklar Skytrain'i taşıyor.
Sokaklar sıcak ama genelde gölgedeyiz, çünkü skytrain'in olmadığı yerde de skytrain'in tüp geçitleri var...
Ulaşım yine tuktuk ile sağlanıyor, Phuket'te olduğu gibi. Bana poz veren Bangkoklu gençler baya sıkışarak binmişler,  eğleniyorlar :)
Bangkok sokaklarından...
İlk gün Hard Rock Cafe'de yiyoruz. 1 Hafta Phuket'ten sonra; eti, ekmeği, patates kızartmasını özlemişiz. Phuket'te de Mc Donalds ve Hard Rock Cafe vardı ama pek tercih etmemiştik. Bangkok'ta deniz ürünleri ne Phuket'teki kadar ucuz ne de güzel.
Hard Rock Cafe binası oldukça şıktı, pek güzel çekememişim ama fikir veriyor.
Her yer araba...
Hava karardıkça şehrin daha da renklendiğini gördük. Saat 17:30'dan sonra ana cadde Skhumvit'te, Skytrain'in beton ayaklarının çevresine onlarca satıcı standlar koyup satış yapmaya başlıyor. Rengarenk, zevkli ve ucuz kıyafetler, takılar, ayakkabılar, çantalar, renkli lensler, gözlükler, kırtasiye eşyaları ve daha neler neler satıyorlar. Bangkok'ta her gün sokaklara 2-3 saatliğine kurulan bu eğlenceli dünyaya kendinizi öyle bir kaptırıyorsunuz ki, satıcılar standlarını saat 21:30-22:00 civarında toplamaya başlayınca hızla ne gördüyseniz almaya çalışırken buluyorsunuz kendinizi. Bu bir kaç saatliğine kendinizi bir nevi cennette hissedebilirsiniz :)

Ana cadde Skhumvit'te alışveriş standlarını keşfediyorum!
Nereye bakayım, ne alayım şaşırıyordum :)
Ortalama 200-250 Baht'a (10-15 TL arası) binlerce çeşit gömlek, tişört, elbise...
Karşıda şık bir alışveriş merkezi var: Siam Paragon
Tüp geçitten Siam Paragon'a geçiyoruz..
Sky Train bileti alırken...
Öyle canlı, eğlenceli bir hayat varki, ilk gittiğim gün Bangkok'a yerleşmek istemiştim. Kimseyi tanımadığımız bu şehrin insanları yardımsever ve sıcak kanlıydı. Tıpkı İstanbul gibi, kendine has bir hava vardı, zenginlik ve fakirlik saç örgüsü gibi birbirine dolanmıştı; bir tarafta ayağınızın altında tarih, diğer tarafta capcanlı bugün!


Seni özledik Bangkok, arkadaşlarımızı özledik, Nana durağını özledik.
Bloga yazabildiğim kadar geri dönüyorum sokaklarına şimdi...




Bangkok yazıları devam edecek...