12 Şubat 2012 Pazar

Ben Kimim?

Bu konu nereden açıldıysa açıldı, bir düşüncedir beni aldı.
Bir kaç sene önce bu "title" adımın önüne eklendi: "Fizik Mühendisi".
Hem "fizikçi" hem "mühendis" kelimelerini bir arada bulunduran bu meslek, biraz iddialı ama tuhaf bir noktada duruyor. Peki ben tüm bu sıfatların neresindeyim?

"Fizikçi" olmak bilim adamlığını işaret ediyor, "mühendis" olmak üretimi, faaliyeti, hesabı kitabı.
Üniversitede bir hocamız, mühendis demek "hendese bilen kişi demek, yani matematik ve fizik" diye açıklamıştı. Ben sanırım o an, kelimelerin derinine inmenin ne kadar eğlenceli olduğunu düşündüm daha çok. Peki "hendese" sözcüğü nereden türemişti? Diller nasıl bulunmuştu? Birbirinden farklı yüzlerce dil nasıl oluşmuştu? Kimdi ilk kendine bir işler bulup da "benim bu uğraştığım şey var ya, hendese bu hendese!" diyen :) Kafamda oluşan hikayeler, başroldeki ilk çağ kahramanları, bizim o an oturduğumuz sıralara kadar ilerleyen o kelime, hocanın bazen yükselen sesiyle birleşiyordu. Hemen hayalci bir dalgın öğrenci olduğumu düşünmeyin! Bir bilim insanı da zaten, evrenin kaynağında var olan olayları inceleyip gizemini çözmeye çalışan kişi değil miydi? Üstelik içinde olduğum mevzu fizikti, tam bilimin ortasındaydım! Bir yandan, bir sürü hikaye vardı bu işin içinde, hem de oldukça ilginç!

Bilim adamları olayları nesnel ve tarafsız incelediği gibi kendini de aynı şekilde eleştirebilen kişidir. Sokrates "Araştırılmamış ve eleştirilmemiş bir yaşam yaşanmaya değmez" demiş. Ne kadar da beni anlatıyor! Oldum olası ince elerim sık dokurum, her şeyi didiklerim ama en çok da kendimi ve hayatı! Ne yapmalıyım ve benzeri sorular hep tazedir kafamda. Tek yumurta ikizlerinden birini laboratuvar koşullarında tutup diğerini ışık hızına yakın bir hızda uzaya yolluyorduk kuantum fiziğine başlarken. Ah o iki kardeş! Birbirlerinden nasıl ayrılmışlardı kim bilir! Hangi kalpsiz, hangi vicdansız fizikçinin aklına gelmişti bu deney! Yıllar sonra birbirlerini bulduklarında, "zaman" göreli ilerlemişti üstelik! Dünyada kalan yaşlanırken uzaydan gelen genç kalmıştı! Kafamda bu deneye razı olan ikizlerin muhakkak iki "erkek" kardeş olduğu düşüncesi belirirdi, ayrıca çok da saf olmalıydılar! Biri bomboş uzayda nereye gittiğini bilmezken diğeri bir laboratuvara tıkanıp kalmış ömrünü çürütüyordu. Sanki 1000 kere geleceklerdi bu hayata, bu ne müsrif bir hayat görüşü! Saf mı dedim, belki bilime adanmış hayatlar onlar için bu derece kutsaldı, bir ömrü adayacak kadar...

Günler hatta yıllar ilerliyordu, sabaha kadar ispatlar yapıyorduk, problemler çözüyorduk, az mı türev almıştım, az mı integral bulmuştum! Yüzümüze sürdüğümüz allığın sürtünme kuvvetini düşünürdük, o suratta durabilmek için yer çekimine karşı gösterdiği kuvveti... Veya bir lensin gözde nasıl bir manyetik etkiyle durabildiğini. Ödevler, deneyler, laboratuvar öncesi yeterliliğimizi ispat edebilmek için kara tahta önündeki çırpınışlarımız... Bitmeyecekmiş gibiydi, büyük bir çoğunluk için bu maraton bitemedi de, yarı yoldan dönenler de az değildi. Veya yirmi yıldır tek ders sınavına giren amcalar, teyzeler... Peki benim gibi bitirenleri neler bekliyordu hayatta? Artık bilim adamı mıydık veya hemen şuraya bir boğaz köprüsü kurabilecek miydik? Bizim inşa ettiğimiz köprülerde, aynı anda 1000 asker uygun adım yürürse oluşacak rezonansı göz ardı edebilir miydiniz? Girdiğiniz bir tomografide, başınızdaki fizik mühendisinin, oluşacak radyoaktif kaçağı mükemmel şekilde anlayacağını düşünürken, onun nükleer fizikten 10 kere kalmış biri olup, "hayatın sürükleyerek getirdiği bir noktada" olduğunu düşünmüyorsunuz değil mi? Ben düşünüyorum...

Kıssadan hisse, ben biraz fizikçi, biraz mühendis, biraz hayalperest, biraz edebiyat düşkünü, biraz farklı lezzetler peşinde, biraz gezgin, biraz eğlenceli, biraz düşünceli, biraz meraklı, biraz umursamaz, biraz sıradan, biraz sıra dışı, biraz tangosever, biraz araştırmacı, biraz "ne araştırması!"cı, biraz hayvansever, biraz nostaljik, biraz kayakçı, biraz blogger, biraz güçlü, biraz kırılgan, biraz sorgulayıcı, biraz hikaye anlatmaya bayılan, biraz hikaye dinlemeye doyamayan, biraz teknik, biraz duygusal, biraz kural tanımaz, biraz kuralcı, biraz koleksiyoncu, biraz sadece biriktirici, biraz garantici, biraz neşeli, biraz duygusal bir küçük insanım. Hiç birinden ama hiç birinden "çok" değilim, hep birazım. "Hiç"olduğum şeyler de var, bir ara da onları yazarım. Bana sorarsanız hiç bir zaman, hiç birinden "çok" olduğumu düşünemem, yapım bu. Her zaman her şeyin ve herkesin daha iyisi, daha farklısı, daha değişiği olur sanki veya bazen hepsi görecelidir, zaman gibi...

Keşke hayat, bir anda yükselebilecek kadar çabuk, bir anda iyileşebilecek kadar muhteşem, bir anda eğlenebilecek kadar coşkulu, bir anda cevaplayabilecek kadar kolay, bir anda tanımlanabilecek kadar net olsaydı. Hayat da galiba her şeyden biraz biraz...

4 yorum:

AYŞEGÜL ERSİN dedi ki...

Sen herşeyden "biraz" olsan da bu yazın ile hayatın ne "çok" şeyle dolu olduğu hatırlattın bana :)hayatı dolu dolu yaşayan , birazlarla her güne yeni birçok şey katan canım arkadaşım benim !!

kisakahvemolas dedi ki...

Çok teşekkürler Ayşegülüm:)

Adsız dedi ki...

Bence zaten kendini tam görmektir yanlış olan ve insanı ilerletemeyen ne güzel her noktaya her konuya biraz dalmak ve beslenmek. Birazları, hiçleri ve eksileri toplarsan sadece koca bir hiç kalır senden bu aleme.....

ayşem dedi ki...

bence de biraz olmalı herşeyden...biraz biraz çoğalmalı ki renkli kişilikler çıksın ortaya. Meslekdaşım, ben de derste öğrendiğim bilim adamlarının hemen hayatlarını merak ederdim biliyor musun? :)hikayelerini okuyarak başlardım derse. Belki de bu nedenle uzardı ders çalışmak. Ben de o dönem aynı şeyi düşünmüştüm kardeşim olsa asla göndermezdim:)) bir de şu evrenin genleşmesi olayı korkuturdu beni...şu sıralar ben de genleştim sanırım patlayacağım:*